Utsuro no Hako - Türkçe: 1. Cilt

From Baka-Tsuki
Jump to navigation Jump to search

UtsuroNoHako vol1.jpg




Açılış[edit]

Tamamen unutmuş değilim. Burayı muhtemelen hala hatırlıyorum, hatta bu sahneyi düşledim bile, tıpkı şu anda olduğu gibi.

Burayı yalnızca düşlerimde hatırlayabiliyorum.


Doğru ya — burayı unutmuş değilim. Sadece buranın bana çağrıştırabileceği hiç bir belirti bulamıyorum. Herhangi bir şeyin bu sahneyle ilgili anılarımı tetiklemesi mümkün değil. Gerçek hayatta bunu andıran hiçbir şey yok aslında. Çabalasam elbet hatırlarım, ama bunu yapacak seçeneğim yok.


Günlük yaşamımdaki hiçbir şey önümdeki varlığı andıramazdı.


"Bir dileğin var mı?"


Bunu bana sakince soran kişinin suratı sürekli değişiyor, yeni ve farklı suratlara bürünüyordu. Bu rüya kendi bilinç altım ile oluşmuştu, fakat nedense karşımdakinin yüz hatlarını çıkaramıyordum. Gördüm, elbet — en azından gördüğüme inanıyordum. Sadece, O bir yandan hem herkesi andırıyor, hem de hiçkimseyi andırmıyordu.


O sırada sanırım sorusuna uysal, zararsız bir cevap vermiştim, gerçi tam ne yanıt verdiğimi hatırlamıyorum. Her neyse, cevabımı duyduğunda bana bir tür kap sundu.


"Bu herhangi bir dileğini gerçekleştirebilecek bir kutu."


Şimdi sözü edilince, gerçekten de kutuya benziyordu.


Gözlerimi kısarak kutuya baktım. Görüşüm kötü değildi ama kutuyu tam göremiyordum. Kutunun içinde hiçbir şey yoktu ama buna rağmen tuhaf bir his veriyordu. Salladığında ses çıkaran, fakat açtığında içinde hiçbir şey olmayan kurabiye kutusu tutmaya benziyordu.


Sanırım o sırada ona gelişigüzel bir soru sormuştum, "Neden bana bunu veriyorsun" gibi.


"Çünkü sen gerçekten çok ilginç birisin! İnsanlığa olan ilgime rağmen bir insanı bir diğerinden ayırt edemiyorum. Ne kadar da gülünç, öyle değil mi?"


Onun ne dediğini pek anlamamıştım, ama yine de başımı isteksizce salladım.


"Ama sen bir istisnasın - seni insanlığın kalanından ayırt edebiliyorum. Belki sen bu durumun özel olmadığını düşünüyor olabilirsin, ama benim dikkatimi çekmek için bu fazlası ile yeterli!"


Kutunun içine baktım. Kutu boş olmasına rağmen, hoş olmayan bir his tarafından saldırıya uğrayarak vücudum kutunun dibine doğru sürükleniyormuşçasına bir hisse kapıldım. Yüzümü hemen çevirdim.


"Bu kutu herhangi bir dileği yerine getirir. Ne dilediğin umurumda değil — dileğin insanoğlunu yok etse bile seni durdurmam. Sadece senin, veya insanoğlunun ne tür dilekte bulunacağını merak ediyorum."


Buna karşılık bir cevap verdim ve O da gülümsedi.


"Haha... Hayır, hayır. Bu bir çeşit özel güç değil. İnsanlar zaten arzularını açıkça imgeleyerek gerçekleştirme yeteneğine sahiptir. Ben sadece o gücü biraz daha etkili kılıyorum."


Kutuyu kabul ettim.


Elbette uyandığımda bu rüyayı hatırlamayacaktım.


Fakat onun hakkında düşündüğüm şey zihnimde belirgin olarak kalacaktı. Bu, rüyamda onun hakkında edindiğim izlenimdi.


Her nedense, o kişi—


—tiksinç değil miydi?



1. Defa[edit]

HakoMari - TR -1. Defa.jpg


"Adım Aya Otanaşi. Tanıştığımıza memnun oldum," dedi yeni transfer olan öğrenci, yüzünde sönük bir gülümseme ile.




23. Defa[edit]

"Adım Aya Otanaşi... Saygılar," dedi yeni transfer olan öğrenci umursamaz, duygusuz bir şekilde.



1050. Defa[edit]

"Aya Otonaşi," dedi yeni transfer olan öğrenci bize bakmadan, son derece bunalmış gibi.



13,118. Defa[edit]

Kürsüde duran, ismini henüz bilmediğim Aya Otonaşi'ye baktım.

"Aya Otonaşi."

Yeni gelen öğrenci ismini sınıf arkadaşlarına mırıldanarak söyledi, onu anlayıp anlamamamız umurunda değilmiş gibiydi. Yine de sesi netti.

—Evet. Her nasılsa ismini zaten biliyordum, ilk defa duymama rağmen.

Hepimiz nefesimizi tutup bekledik, ama selamlaşma bile sayılmayacak duygusuz ve basit konuşması yüzünden değildi, muhtemelen dudak uçuklatan bir güzelliğe sahip olmasındandı. Hiç çaba sarf etmeden herkesin arasında göze çarpıyordu.

Herkes O'nun konuşmaya devam etmesini bekledi.

Ağzını açtı.

"Kazuki Hoşino."

"...Ha?"

Nedense bana hitap etti. Sınıftaki herkes bana merakla baktı. Bana öyle bakmayın, ben de sizin gibi hiçbir şey bilmiyorum.


"Seni 'alt etmek' için buradayım," birden ilan etti.


"Bu benim 13,118. okul transferim. Benim bile bu kadar tekrardan sonra huzursuz olmamam elde değil. O yüzden bu sefer değişiklik olsun diye savaş ilan edeceğim."

Şaşkına dönmüş sınıf arkadaşlarımıza aldırmadan doğrudan bana baktı.

"Kazuki Hoşino. Teslim olmanı sağlayacağım. Senin için en değerli olan şeyi bana yakında teslim etsen iyi edersin. Boşuna direnme. Neden mi? Çok basit. Çünkü ben—"

Aya Otonaşi gülümsedi, ve ardından cümlesinin devamını getirdi.

"—hep yanında olacağım, ne kadar zaman geçerse geçsin."



10,876. Defa[edit]

Bugün '2 Mart'. Bugün '2 Mart' olması gerekiyordu.

Neden bugünkü tarihi doğruluyorum ki?

...Muhtemelen Mart olmasına rağmen gökyüzünün hala bulutlu olmasından dolayı. Muhtemelen kesin bu yüzden. Havadan dolayı biraz hüzünlüyüm; son zamanlarda mavi gökyüzü bulutların arkasında saklanıyor.

Of, acaba hava ne zaman açılacak?

Okul başlamadan önce sınıfta camdan bakınıp, önemsiz şeyler hakkında öylece düşünüyordum.

Sanırım kendimi iyi hissetmediğim için böyle düşünüyorum. Hayır, kendimi kötü hissetmiyorum. Kendimi her zaman hissettiğim gibi hissediyorum. Sadece... huzursuzum. Tam açıklayamıyorum, aniden gölgesiz kalan bir tek benmişim gibi bir his. Daha çok 'bişeyler anlaşılmaz şekilde tuhaf' gibisinden bir huzursuzluk.

...Garip. Bir sebep bulamıyorum. Dün garip hiçbir şey olmamıştı, bu sabah kahvaltı ettim, trende okula gelirken en sevdiğim sanatçının yeni albümünü dinledim, ve denk gelip izlediğim fal programından bana sıradan bir 'ortalama şans' falı çıkmıştı.

Üstünde durarak kafamı daha fazla yormamaya karar verdim, ve çantamdan bir Umaibo[1] çıkardım. Bugünkü Umaibo domuz eti tadındaydı. Bir ısırık aldım. Ne kadar yersem yiyeyim, tadından asla bıkmıyorum.

"Yine mi Umaibo? Gerçekten onlara doyamıyorsun değil mi? Sürekli Umaibo yersen kanın Umaibo rengine dönüşür, biliyorsun değil mi?

"...Ehm, o hangi renk ki?"

"Kim bilir!"

Benimle dalga geçen bu kız, sınıf arkadaşım Kokone Kirino'ydu. Uzun ile çok uzun arasında olan kahverengi saçı, başının arkasında yüksek bir konumda at kuyruğu şeklinde bağlıydı. Kokone sürekli saç şeklini değiştirirdi, ama kendisi şimdiki halini oldukça beğenmişe benziyordu. En azından, bana öyle gelmişti; son zamanlarda Kokone'nin sadece bu saç tarzını kullandığı hissine kapıldım.

Kokone gelişigüzel bir şekilde yanımdaki yeri kaptı. Mavi el aynası yardımıyla makyajını yapmaya başladı. Aynı zamanda erkek olarak ismini pek bilmediğim bir araçtan faydalanıyordu. Keşke bu kadar çabayı sırf makyaj yapmaya değil, her şeye sarf etseydi.

"Bir düşününce, senin bir çok mavi eşyan var değil mi?"

"Ah, evet, maviyi seviyorum... Aa, doğru, Kazu! Bugün bende bir farklılık yok mu? Yok mu?" Kokone bana bu soruyu parlayan gözlerle sordu.

"Hım..?"

Ben nasıl bilebilirdim ki? Birden sorarsan cevap veremem ki.

"Sana bir ipucu vereyim! Cazibe noktam ile alakalı!"

"Ha?"

Doğal olarak göğüslerine baktım.

"Oha, dur! Neden göğüslerim?!"

Yani, sürekli göğüs ölçünün D'ye geçmesiyle övünüyordun, o yüzden göğüslerinden bahsettiğinden emindim..

"Tabi ki gözlerim benim cazibe noktam! Ve her neyse, göğüsler birden büyümez! Ya da öyle olmasını mı isterdin?! Sapık! Göğüs delisi!"

"...Özür dilerim."

Öyle kendi kendine karar verdiği cazibe noktasının gözleri olduğunu bilmem imkansızdı, ama o an için sadece özür diledim.

"...Ee?"

Kokone beklenti içinde gözlerimin içine baktı. Kabul etmeliydim ki gözleri hakikaten büyüktü. Bunun farkına varınca biraz utandım.

"...Yüzünün her zamanki gibi gözüktüğünü düşünüyorum..?" Dedim, yüzüne pek bakmadan.

"Ha? Ne? Yüzümün her zamanki gibi tatlı olduğunu mu söyledin?"

"Hayır, söylemedim."

"Söyle!"

Söylemeye mecbur edildim.

"İşin aslını söylemek gerekirse bugün rimel sürdüm. Nasıl gözüküyor? Nasıl?

Hiçbir farkını göremiyordum. Dün nasıl göründüğünü ve bugün nasıl göründüğünü ayırt edemiyordum.

"......yok, gerçekten öyle bir şey hakkında yorum yapamam," ona bütün olağan samimiyetimle söyledim - ve bana kurduğu tuzağa düştüm.

"'Öyle bir şey' ...mi dedin?!"

Bana vurdu.

"Ah..."

"Cık! Ne kadar sıkıcı bir keratasın sen!" dedi zorlanmış bir ses tonu ile, ama... Aa, gerçekten de biraz kızmış olabilirdi. Kokone bana tükürme numarası yapıp rimel ile kaplı suratını diğer sınıf arkadaşlarımıza göstermek için benden uzaklaştı.

"Haa..."

Şimdi yorulmuştum. Kokone komik olabilirdi, ama öfkesiyle baş edemiyordum.

"Âşk çekişmeniz sona mı erdi?"

Döndüğümde ilk gördüğüm şey bir sağ kulaktaki üç küpeydi. Okulumda tek bir kişide böyle küpeler vardı.

"...Daiya. Onun âşk çekişmesiyle uzaktan yakından alakası yoktu. Öyle bir kanıya nasıl vardın?"

Arkadaşım Daiya Oomine itirazıma sadece dudak büktü. Evet, her zamanki gibi kibirliydi. Gerçi, Daiya gibi birisinin kendini aşağılaması garip olurdu. Ne de olsa bu kadar uçuk aksesuar takmayı tercih eden oydu, ve okul kurallarına uymamakla kalmayıp, kasten o kuralları umursamadığını gösteriyordu.

"Ama gerçekten de rimeli fark etmedin mi? Aradaki fark benim bile gözüme çarptı. Ve ben kesinlikle, tamamen ona karşı ilgisiz biriyim."

"...Gerçekten mi?"

Onlar komşu ve anaokulundan beri çocukluk arkadaşlarıydı. Ona karşı ilgisiz olduğu şüphesiz yalandı. O bir kenara Daiya'nın bile fark ettiği şeyi gözden kaçırmak küçük bir sorun olabilirdi. Çünkü O diğerlerine karşı tamamen ilgisiz kalır, insanlara bakmazdı bile.

"...Ama, yani."

Kokone'nin dün de rimel sürdüğü hissine kapılmıştım.

"Anladım, anladım, Kazu. Kaşara 'seninle ilgilenmiyorum' demek istedin. Sana katılıyorum. Ben de aynı fikri benimseyeceğim. Ama lafımı esirgemeden yapacağım."

"Seni art niyetli sınıf başkanı! Seni çok iyi duyabiliyorum!"

Daiya keskin kulaklı kızı aldırmadan konuşmaya devam etti.

"Kazu, o gereksiz hatun hakkında konuşmayalım artık - bugün bir transfer öğrencisinin geleceğini biliyor muydun?"

"Transfer öğrenci mi?"

Bunu tekrar doğruluyordum - bugün 2 Mart. İnsan neden okul senesinin bu kadar geç bir zamanında transfer olur ki?

"Transfer öğrenci mi?! Gerçekten mi?!"

Tam da beklenildiği gibi, Kokone konuşmamızı duydu ve bize soru yöneltmek için sesini yükseltti.

"Kiri, seninle konuşmuyorum. Oradan buraya karışma. Aa, ve buraya da sakın yaklaşma! Senin o makyaj akan çaresiz suratın zihinsel sağlığım için iyi değil."

"N-Ne?! Diyene bak! O sahtekar kişiliğini bir an önce düzeltmeye başlamalısın. Belki seni 24 saat boyunca baştan aşağı sarkıtmalıyız, belki o zaman sonunda beynine biraz kan gider! Belki ondan sonra biraz değeri olan bir şeyler söylersin."

Karşılıklı didişmelerine son vermek için sesimi biraz yükseltip esas konuya döndüm.

"Transfer öğrenciydi, öyle değil mi? Sanırım onun hakkında bir şeyler duymuştum."

Daiya anında ağzını kapatıp bana dik dik baktı.

"...Kimden duydun?" dedi ciddi bir suratla.

"Ha? Neden bilmek istiyorsun?"

"Soruya soru ile yanıt verme."

"Ehm.. kimdi ya? Bana söyleyen sen değil miydin?"

"İmkanı yok. Ben de şimdi, öğretmenler odasına gidince öğrendim. Senin öğrenebilme ihtimalin olmamalıydı."

"Gerçekten mi?"

"Bu tarz söylentiler anında her yere yayılır. Ama Kiri gevezesi bile bunu bilmiyordu."

Kiri'nin az önceki davranışını göz önünde bulundurunca Daiya'nın söylediği muhtemelen doğruydu.

"O yüzden bu bilginin bugüne kadar, transfer olacağı güne kadar, sır tutulduğu sonucuna varmıştım. Ama eğer durum öyleyse, sen nasıl öğrendin?"

"...Ehm?"

Acaba nasıl öğrenmiştim?

"Peki, neyse. Ama garip değil mi Kazu? Neden biri senenin bu vaktinde geçiş yapar ki? Muhtemelen özel durumlardan kaynaklanıyor. Örneğin, bir şirket başkanın başka okullardan atılan yaramaz çocuğu olabilir mi? Eğer durum buysa bilginin gizlenmesi mantıklı olur."

"Daiya, transfer öğrenci hakkında böyle yorum yapmak hoş değil; bu sadece senin ön yargın. Yani, senin 'yardımın' olmadan da yeterince kuşkulu bir durumda zaten. Ayrıca herkes bizi sinsice dinliyor."

Gerçekten de konuşmamızı gizliden dinleyen öğrencilerin kalanı mahcup bir şekilde gülümsedi.

"Ha? Neden umurumda olsun ki?"

Of...

Daiya'nın kibirli tavrına tepki olarak iç çektiğim an, zil çaldı. Sınıf arkadaşlarım yerlerine acele ile geri döndü.

Cam kenarında oturan Kokone, camı açıp dışarı yaslandı. Anlaşılan bir an önce transfer öğrenciyi görmek istiyordu.

"Ooo!"

Sesini yükseltti - transfer öğrenciye benzeyen birisini gördü herhalde. O "Ooo" sesini çıkarttıktan sonra, Kokone yerine donuk bir ifadeyle oturdu, oysa camdan bakmadan önce o kadar neşeliydi ki.

Acaba sorunu nedir?

Kokone gülümsedi ve "Bu harika!" diye mırıldandı. Herkes ne olduğunu bilmek istiyordu muhtemelen, ama sınıf öğretmenimiz tam o anda sınıfa girdi. Sınıf kapısının bulanık camından bir kızın gölgesi gözüküyordu. Transfer öğrenci olmalıydı. Öğretmen sınıfı gözü ile yoklayınca herkesin kapının arkasındaki kişiyi merak ettiğini anladı ve onu hemen içeri çağırdı.

Bulanık camın arkasındaki gölge hareket etti.

Ve ardından - onu gördüm.


Bir anda -

Manzara hemen değişti, sanki bir uçurumdan itilmiş gibiydim.

İlk önce bir ses duydum. Sahnenin lime lime oluşunun sesi. Zorla, şiddetle, görüntü ardına görüntü zihnimin içerisine çekildi. Defalarca benzer bir sahnenin parçaları göründü. Bilincim yok olacak gibi hissediyordum, ama ardından hepsi geri gelip sıkıca yerine oturdu, sanki küçük demirden bir kutunun içine sıkıştırılmış gibi. Déjà vu. Déjà vu.

"Adım Aya Otonaşi." Seni duydum.

"Adım Aya Otonaşi." Seni duydum.

"Adım Aya Otonaşi." Yeter, seni duydum ya işte!

Bilincimi delmeye çalışan muazzam miktardaki bilgiyi reddettim. Yani, hepsinin sığması imkansızdı. Beynim çökerdi. Bilginin tamamını algılayamıyordum.

"Ah..."

Ne,

Ne tür anlaşılmaz - şeylerden oluşuyordum ben?

Düşüncelerimin birbirine karışmaya başladığını fark ettim, ve zorla beynimi devre dışı bıraktım - ardından geri döndüm.


Ha? Ben az önce ne hakkında düşünüyordum?

Düşüncelerimin ne yönde ilerlediğini unutmuş olmakla sınıfın ön tarafına doğru, tekrar ona baktım. Henüz adını bilmediğim transfer öğrenci, Aya Otonaşi'ye, baktım.

"Aya Otonaşi."

Transfer öğrenci kısık sesle mırıldandı, onu anlayıp anlamadığımız umurunda değilmiş gibi.

Aya Otonaşi kürsüden indi.

Aşırı basit tanıtımı sınıf içerisinde bir konuşma seli oluşturdu.

Şaşkın sınıf arkadaşları zerre umurunda olmadan yürümeye başladı.

Bana doğru.

Doğruca yüzüme bakarak.

Doğal bir şekilde benim yanımdaki boş yere oturdu, sanki başından beri bu yer ona ayrılmış gibi.

Otonaşi şüpheyle bana dudağını büktü. Onu donakalmış bir şekilde izledim.

...Sanırım bir şey söylemem gerekiyordu.

“...Aa, tanıştığımıza memnum oldum.”

Ama asık suratı hiç değişmedi.

“O kadar mı?”

“Ne..?”

“O kadar mı diye sordum.”

Başka diyecek bir şey var mıydı? Öyle desen bile aklıma bir şey gelmiyordu ki. Ne de olsa daha ilk defa tanışıyorduk.

Ama ortam bir şey söylememi gerektiriyordu.

“...Aa, üzerindeki üniforma. Bir önceki okulunun mu?”

Otonaşi telaşlı sözlerime hiçbir tepki vermedi ve bana dik dik bakmaya devam etti.

“...Ee, öyle mi?”

Kafamın karıştığını görünce Otonaşi nedense iç çekti ve gülümsedi. Gülümsemesi salak bir çocuğa hayretle bakıyormuş şeklinde bir gülümsemeydi.

“Senin ilgini çekecek bir şey söyleyeceğim Hoşino.”

...Ha? Ona ismimi henüz söylememiştim.

Ama önemli olan bu değildi. Otonaşi bana öyle bir şey söyledi ki oturduğum yerde tam beş saniye boyunca donakaldım.

“Kasumi Mogi bugün açık mavi külot giyiyor.”



Kasumi Mogi beden eğitimi derslerinde spor kıyafeti yerine okul üniformasını giyerdi.

Bugün de yine erkeklerin futbol oynayışını izliyordu. Süs eşyası gibi ifadesiz haliyle her zamanki gibi üniformasını giymişti.

Mogi’nin eteğinin altından çıkan beyaz bacaklar o kadar inceydi ki, her an kırılabilirmiş gibi görünüyorlardı.

Ve ben, nedense, başım onun kucağında dinleniyordum.

Aa, evet. Olan bitenden ben de bihaberdim. Neşeye kapıldığım kesinlikle doğru olmasına rağmen, çaresizce peçeteyle burun kanamamı durdurmaya çalıştığımdan durumun keyfini çıkartamıyordum. Eğer başaramazsam bu işin sonu iyi bitmeyecekti.

Bu arada, nasıl bu hale düştüğümü hatırlıyorum. Otonaşi’nin söyledikleri zihnimi allak bullak ettiği için beden dersinin ortasında yüzüme futbol topunu yedim ve burnum kanadı. Mogi benim için endişelenmişti ve, her nedense, kafamı onun kucağına koymama izin vermişti.

Mogi'nin bacakları hiç de yumuşak değildi; dürüst olmak gerekirse, kucağında dinlenmek kafamı biraz acıtmıştı.

Acaba bana neden böyle önem veriyordu. Mogi'ye doğru baktım ama ifadesiz suratı bana hiçbir şey söylemiyordu.

Ama mutluydum.

Çok, çok mutluydum.

Otonaşi'nin ‘külot’ hakkındaki yorumu.

Elbette beni şaşırtmıştı, ama şaşkınlığım sözün aniliği ve konuyla alakasızlığından dolayı değildi. Demeye çalıştığım şey şu; Otonaşi, “Senin ilgini çekecek bir şey söyleyeceğim,” dedi. Yani, Kasumi Mogi hakkındaki bir bilginin benim açımdan 'iyi bir şey' olduğunu ima etti. Kokone ve Daiya’ya bile Kasumi Mogi’ye olan hislerimden bahsetmemiştim. O yüzden daha bugün tanıştığım Otonaşi'nin bunu bilmesinin imkanı yoktu. Buna rağmen söyleyeceğini söyledi.

“...Mogi.”

“Ne oldu?”

Mogi sessizce cevap verdi. Sesi küçük bir kuşun sesi gibiydi, küçük vücudu ve narin görünüşü ile güzel uyuşuyordu.

“Bugün, ehm, Otonaşi seninle konuştu mu?”

“...Transfer olan öğrenci mi?... Hayır.”

“İkiniz daha önce tanışmıyordunuz, değil mi?”

Mogi başını salladı.

“Sana şüpheli bir şey yaptı mı peki?”

Bir an düşünüp ardından başını salladı. Hafif dalgalı saçı kıpırdadı.

“Neden böyle bir şey sordun..?” Diye bana soru yöneltti başını eğerek.

“Yok, hayır… Bir şey olmadıysa sorun yok.”

Sahaya doğru baktım. Otonaşi ürkütücü bir duruşla okul sahasının ortasında duruyordu. Ne topa ne de peşinden koşuşturan kızlara ilgi gösteriyordu. Top ona doğru gelişigüzel yuvarlanınca güçsüzce geri vurdu… Ehm, karşı takımdan bir kıza mı attı az önce?

“Immm.”

Belki de benim hislerimi fark ettiğini sanıp, üzerine fazlaca düşünüyor olabilirdim. Otonaşi bu görünüş ve tavrıyla bile yeterince etkili biriydi.

Böyle bir düşman tarafından ansızın böyle söylendiği için içime dert oldu sadece. Kim olsa bu teoriye ikna olurdu.

Buna rağmen ben neden buna inanamıyordum?

Otonaşi gözlerini bana dikti, bir anlığına bile gözünü ayırmadan.

Gözlerimin içine dik dik bakarak ağzının kenarını cesurca kaldırdı. Ders daha bitmemesine rağmen, bana doğru yürümeye başladı.

Ne olduğunu anlamadan ayaktaydım. Mogi'nin kucağında dinlenme şansımdan vazgeçtim, oysa benim için en güzel mutluluk buydu. Bütün vücudum titremeye başladı. Abartı değil - gerçekten baştan aşağı titriyordum.

Otonaşi'yi fark eden Mogi de gerginleşti ve endişeyle yanımda durdu.

Cüretkar bir gülümseme ile Otonaşi bana… hayır, Mogi'ye parmağı ile işaret etti.

Tam o anda.

Aniden rüzgar çıktı - tamamen tesadüfi bir rüzgar. Kimsenin öngöremeyeceği bir rüzgardı.

Bu ani rüzgar Mogi'nin eteğini kaldırdı.

Mogi derhal eteğini indirdi, ama sadece ön tarafını. Ben onun arkasında duruyordum. Rüzgar geçtikten hemen sonra Mogi bana dönüp baktı. Her zamanki gibi ifadesizdi ama yanakları biraz kızarmış gibiydi.

Hiç ses çıkartmadan ağzını hareket ettirerek “Gördün mü?” diye sordu. Aslında sesli konuşmuş olabilirdi ama alçak sesi bana gelmemişti. Kafamı şiddetle iki yana salladım. Herhalde tepkimden onun külodunu gördüğüm anlaşılıyordu. Ama Mogi cevap vermedi, onun yerine başını eğdi.

Bu süre zarfında Otonaşi yanıma gelmişti.

Yüz ifadesi gözüme ilişti.

“Haa-”

Neden bu kadar titrediğimin farkına vardım - Otonaşi'nin yüz ifadesini anladım. Hayatımda şimdiye kadar hiç karşılaşmadığım bir duyguyu yansıtıyordu.

-Nefret.

Neden? Neden benim gibi birinden nefret ediyordu ki?

Otonaşi ağzının kenarını kaldırdı ve bana dudağını büktü. Hala titriyordum, ama onun dışında donakalmıştım. Otonaşi elini omzuma koydu ve dudaklarını kulağıma yaklaştırdı.

“Açık maviydi, değil mi?”

Otonaşi her şeyi biliyor. Mogi'ye olan düşkünlüğümü, ani bir rüzgar ile külotunun açığa çıkacağını, hepsini biliyordu.

Otonaşi'nin bu sabah ettiği ifade bir tür espri değildi. Bu bir tehditti; beni eksiksiz olarak tanıdığını, düşünme tarzımı çözdüğünü, kontrolü altında olduğumu ima eden bir tehditti.

“Hoşino, artık hatırlamış olmalısın, değil mi?”

Ben donakalmış bir haldeyken Otonaşi beni gözlemledi. Bir kaç saniye böyle geçti ama sesim çıkmayınca Otonaşi iç çekti ve başını eğdi.

Şikayetini mırıldayarak söyledi: “Demek ki bu kadar ileri gitmeme rağmen bir faydası yokmuş… Anladım, bugün bir miktar daha uyuşuksun.”

“Eğer unuttuysan, hatırla şimdi. Benim adım ‘Maria.’”

...’Maria’ mı? Hayır, ehm… sen ‘Aya Otonaşi’ değil misin?

“...B-Bu senin takma adın filan mı?”

“Kapa çeneni.”

Bana dudağını büktü, bana karşı hissettiği siniri saklamaya hiç çaba sarf etmedi.

“Pekâlâ. Bu halinle hiç de mücadeleci değilsin, ama eğer öyleyse keyfimce davranacağım.” dedi Otonaşi ve bana sırtını döndü.

“Aa, bekle…”

Doğal olarak olarak onu durdurdum. Döndü. Stresli gözüküyordu. Onun asık suratının görünüşünden dolayı ürkmekten kendimi alıkoyamadım.

Emin değildim. Ama Otonaşi'nin sergilediği tavırdan, belki de-

“Acaba daha önce tanışmış olabilir miyiz?”

Bu sözleri duyunca, Otonaşi ağzının bir kenarını kaldırdı.

“Evet, bir önceki hayatımızda sevgiliydik. Ah benim sevgili Hatevey’im, ne kadar da sefil şu anki halin. Beni, düşman toprağının prensesini kurtarmaya geldiğinde bu kadar yüreksiz değildin.”

“......Ehm, ne?”

Ne diyeceğimi bilemedim. Otonaşi şaşkın halimi görünce mutlu olmuşa benziyordu. Bugün ilk defa, gerçekten gülümsemişti.

“Şaka yapıyorum.”



Sonraki gün.

Aya Otonaşi’nin cesedini gördüm.



  1. Umaibō (うまい棒) veya "lezzetli çubuk," küçük, şişkin, silindirik bir tahıl atıştırmalığıdır. Japonya'da bakkalların bir çoğunda tatlı reyonunun en alt rafında bulunur.



8946. Defa[edit]

Sözlerimi duyduğunda, Mogi'nin gözleri hüzünle doldu ve dediklerimi biraz düşündü. Yüzünde rahatsız bir ifadeyle mırıldandı:

"Lütfen yarına kadar bekle.”



2601. Defa[edit]

“Adım Aya Otonaşi.”

Transfer öğrenci sadece bu sözleri mırıldadı, ve başka hiç bir şey demedi.



“Aman tanrım! Çok etkileyici!”

Bunu oldukça yüksek sesle söyleyen, yanımda oturan arkadaşım Haruaki Usui. Ders hâlâ devam ediyor olmasına rağmen bunu yapıp kuvvetle arkama vurdu.

Haruaki? Canımı acıttığını biliyorsun, ve etraftakiler de bize bakıyor.

Haruaki çoktan sınıfın arka tarafına, Aya Otonaşi’nin oturduğu yere doğru bakıyordu.

“Bakışlarımız kesişti! Şansa bak!"

“Yani, ona dönüp baktığında gözlerinizin buluşması doğal tabi.”

“Hoşi, buna KADER deniyor!”

Bir dakika, ne? Kader mi?

“Neyse işte, kız çok tatlı! Kızın resmi çizilse dünya pazarında milyonlara satılır... sonra da ulusal hazinelerimiz listesine girer. Ah, artık benim için çok geç, kalbimi çoktan çaldı bile... Ona aşkımı ilan edeceğim..”

Çok hızlı!!

Zil çalmıştı. Kalkıp öğretmenimize selam verdikten sonra, Haruaki oturmaya kalkışmadan doğruca Otonaşi'nin yanında bitti.

“Aya Otonaşi! Sana ilk görüşte âşık oldum. Seni seviyorum!”

Oha, gerçekten de itiraf ediyor.

Otonaşi'nin cevabını duyamıyordum ama Haruaki’nin suratından hemen anlaşılıyordu. Ee, hayır… suratına bakmak bile gerekmiyor.

Haruaki geri geldi ve sıramın önünde durdu.

“Saçmalık… Ben mi reddedildim?”

Gerçekten de başarabileceğini mi düşünüyordu...? Yüzündeki ciddi ifade birazcık korkunçtu.

“Belli değil miydi? Durduk yere ona ilan-ı aşk etmen onu sadece rahatsız eder!”

“Hm, anladım. O halde, tekrar itiraf ederim. Ama bir dahaki sefere, bu kadar ani bir şekilde yapmam! Hislerim elbet bir gün ona ulaşacaktır!”

Bir yandan iyimser düşünce şekli neredeyse gıpta edilebilirdi, ama diğer yandan bundan kaçınmayı tercih ederdim.

“Eğleniyor musunuz? Beni gerçekten güzel eğlendiriyorsunuz, ama kızlar sizi ciddi anlamda küçümsüyor.”

Daiya bize bu sözlerle katıldı.

“Hee?! Sadece Haruaki küçümsenmiyor muydu?!”

“Yok, seni de küçümsüyorlar. Kızlar senin de parmağın olduğunu düşünüyor.”

“Oho, benimle beraber yanıyorsun demek! Büyük şeref bu! Öyle değil mi Hoşi?”

Ş- Şeref hariç her şey…

“Onu bi kenara bırakalım şimdi, Daiyan, sen bile ona hamle yapmak isterdin, değil mi?”

Haruaki Daiya’yı dürttü. Daiya’ya böyle bir şey korkusuzca yapabiliyor, muhtemelen çocukluk arkadaşları oldukları için. Ya da belki de sonuçları aldırmadan, atılgan bir şekilde davrandığındandır…

Daiya iç çekip hemen cevap verdi.

“Hiç de bile.”

“İmkansız! Öyleyse kim seni etkileyebilir Daiyan?”

“Otonaşi'nin görünüşünden dolayı kalbimin daha hızlı çarpması mühim değil. Güzelliğini kabul etmek zorunda olabilirim, ama ona asılma arzum hiç yok.”

“Haa..?”

“Haruaki, hiç anlamıyorsun değil mi? Yani, tabi ki böyle düşünceleri senin gibi bir hayvanın anlaması imkansız. Sen sadece içgüdülerine göre hareket eden ve güzel gözüken herhangi bir kızı kabul edebilecek bir hayvansın.”

“Ne!? Öncelikle, içgüdü ile görüntüye düşkün olmanın ne alakası var?!”

“Güzel birinden hoşlanmak insanın doğasında vardır, çünkü güzel bir çocuk sahibi olmak soyunun devam etme ihtimallerini arttırır.”

Oooo.. Haruaki'yle ben aynı anda hayranlıkla uğuldadık. Daiya bu kadar basit bir şeyi bilmediğimiz için hayrete düşmüşe benziyordu.

“Ha, anladım Daiyan! Yani demeye çalıştığın, o kadar güzel ki sen bile ona hamle yapamıyosun! Kaçınılmaz yenilgi! Değil mi? Ulaşamadığı ciğere mındar diyen kedi gibisin aynı.Senin bu yaptığına mazeret denir. Çok sıkıcı. Bu çok sıkıcı Daiyan!”

“Konuşmamın ne kadarını dinledin? Bu ne lan? ...Yani, ifadenin ilk yarısı tam olarak yanlış değil. Ama diğer yarısı— seni öldürürüm!”

“Vay, demek gerçekten de ona hamle yapamıyorsun.”

Zafer kazanmışçasına bir suratı vardı Haruaki’nin. Daiya sonunda Haruaki’yi yumrukladı. Oha, sanırım Daiya’nın bütün bastırılmış öfkesi vardı o yumruğun arkasında…

“Ona ‘hamle yapamam’ değil. O ‘bana hamle yapmaz.’”

“Ne kadar da ukala… Hey, Hoşi, bu adam sırf tipinden dolayı kendini çok kaptırmadı mı?" dedi Haruaki, hiç pişmanlık göstermeden.

“Bana ulaşamaz diye bana hamle yapmıyor değil! Yani, bu da mümkün olabilir, ama onun durumunda bu geçerli bile değil.”

“Oha, cesurca garip şeyler söylüyor.”

“Beni ulaşılamaz olarak görmüyor, hayır, öyle bir sınıflandırma yapmakla bile uğraşmıyor. Baştan beri bizimle ilgilenmiyor. Bizi küçük bile görmüyor. Aynen bizim böcekleri böcek olarak algıladığımız gibi, o da insanları insan olarak algılıyor. Bu kadar. Benim yakışıklı suratımla Haruaki’nin çirkin suratı gibi insanlar arasındaki küçük farklar zerre umurunda değil. Aynen hamam böceğinin cinsiyetinin aklından geçmemesi gibi. Öyle bir kıza nasıl hamle yapabilirsin?

Haruaki bile Otonaşi hakkındaki bu acımasız ifade karşısında sessiz kaldı.

“...Daiya.”

Haruaki için ağızımı açtım.

“Otonaşi ilgini epey çekti sanki.”

Daiya diyecek laf bulamıyor. Ah, bu çok nadir bir tepki. Ama haklı değil miyim? Fikri'nin doğru olup olmadığı bir kenara, böyle bir analizde bulunmak için onu iyi bir miktar gözlemlemiş olmalı.

“...cık, hiç de ilgilenmiyorum.”

“Aa, kızardın!”

“...Hey Kazu. O yoldan ilerlemeye devam edersen sonu iyi olmaz. Sana aklının ucundan geçmeyecek bir pırasa kullanma yöntemi gösteriyim mi? Öyle kötü travma sonrası stres bozukluğun olur ki, her pırasa gördüğünde kurdeşen çıkarırsın!”[1]

Daiya’nın epeyce kızgın olduğunu fark ettim, o yüzden konuyu sakarca gülerek değiştirmeye çalıştım.

Her neyse, Daiya kendisinin ve Otonaşi'nin tamamen uyumsuz olduğunu anlamışa benziyor.

“Böcekle eşit düzeyde kötü olan sezgilerine rağmen, sen bile yakında onun anormalliğini anlayacaksın.”

Kötü bir bahane gibi geldi kulağıma.

Ama hiç de öyle değildi.

Yani, tamamen haklıydı.



İlk ders bittikten hemen sonra Otonaşi birden elini kaldırdı. Öğretmenimiz, Hokuba, O'nu fark etti, ama Otonaşi ona konuşma hakkı verip vermemesini umursamıyordu bile. Öğretmen izin vermeden ayağa kalkıp konuşmaya başladı.

“1-6 Sınıfındaki herkese bir şey yaptıracağım.”

Otonaşi şaşkın tepkilerimizi aldırmadan konuşmaya devam etti.

“Beş dakikanızı alacak. O kadar zaman ayırabilirsiniz, değil mi?”

Kimse cevap vermedi ama yine de tahtaya doğru ilerledi. Kayıtsız bir şekilde Hokuba'yı dışarı yönlendirdi, ve sonra da kürsüdeki yerini aldı. Bu tamamen abes bir durum olmasına rağmen, O nasılsa bunu çok doğal bir şekilde yapıyordu. Sınıf arkadaşlarımın tepkisine bakılacak olursa, onlar da aynı şekilde düşünüyordu.

Sınıf sessizlik içindeydi.

Tahtada dururken, Otonaşi dümdüz ileri bakıp konuşmaya başladı.

“Şimdi benim için ‘belirli bir şey’ yazacaksınız.”

Otonaşi kürsüden indi ve ön sıradaki öğrencilere kağıt verdi.

O öğrenciler kendileri için birer kağıt ayırıp kalanını arkaya uzattılar, bütün sınıfa dağıtılması gereken bir ilanı dağıtırmış gibi.

Sonunda ben de bir adet aldım. Her yanı 10cm olan sıradan bir kağıt.

“Bitirdiğinizde lütfen bana geri verin.”

“Bu ‘belirli bir şey’ ne?”

Kokone herkesin aklında olan soruyu sorduktan sonra, Otonaşi basit bir cevap verdi:

“İsmim.”

Bu sözle birlikte, az önce sessiz olan sınıfta bir anda gürültü kopmaya başladı. Makuldur, ben de anlamamıştım. İsmi mi? Herkes onun ismini biliyor. Daha bu sabah kendini “Aya Otonaşi” diye tanıtmamış mıydı?

“Ne kadar saçma!” diye bağırdı biri. Bunu Otonaşi'ye diyebilecek tek bir kişi var.

Daiya Oomine.

Sınıf arkadaşlarımın hepsi durdu. Herkes Daiya’dan kötü bir düşman olacağını bilir.

“İsmin Aya Otonaşi. Neden bunu yazmamızı istiyorsun? İsmini ezberlememizi o kadar mı çok istiyorsun?”

Otonaşi Daiya’nın saldırgan konuşmasına rağmen sakin kaldı.

“Ben ‘Aya Otonaşi’ yazardım. Ama bunu sana söyledim. Artık bir şey yazmama gerek yok, değil mi?”

“Evet, umurumda değil.”

Anlaşılan bu kadar basit bir kabulu beklemiyordu, ve diyecek bir şeyi de kalmadı.

Ağzıyla cıkladı, kağıdı gürültülü bir şekilde yırttı ve sınıfı terk etti.

“Ne oldu? Neden yazmaya başlamıyorsunuz?”

Kimse yazmaya başlayamamıştı. Belli olmayabilir ama, herkes o ve onun davranışlarından şaşkına dönmüştü. Daiya’ya karşı geldi. Daiya’nın sınıf arkadaşları olarak bunun ne kadar etkileyici olduğunu biliyorduk.

Herkes bir süre donakaldı. Ama birisinin kalem sesi sessizliği bozunca sınıf boyunca karalama sesi yankılanmaya başladı.

Eminim kimse Otonaşi'nin niyetini anlamamıştı. Ama önemli değil. Yazabileceğimiz tek bir şey var, sonuçta.

‘Aya Otonaşi’ ismi var sadece.

Otonaşi'ye ilk kağıdı veren kişi Haruaki'ydi. O ayağa kalkar kalkmaz sınıf arkadaşlarımızdan bir kaçı onu izledi. Otonaşi Haruaki’nin kağıdını kabul ettiğinde ifadesi pek değişmedi.

Muhtemelen… yanlış cevaptı.

“Haruaki.”

O Mogi ile bir çift lafladıktan sonra yerine geçti, ve ona seslendim.

“Ne oldu Hoşi?”

“Ne yazdın?”

“Hm? Sadece ‘Aya Otonaşi’ yazabilirsin, öyle değil mi? Neredeyse son harfi yazmayı unutuyordum ama,” Haruaki bunu söylerken nedense biraz kederli gözüküyordu.

“...yani, aynen, tek seçenek o sanırım…”

“Bu kadar tereddüt etme—yaz gitsin işte!”

“Sence sırf ismini yazmamız için mi bu kadar uğraştı?”

Durum öyleyse, neden bu kadar uğraştığını anlayamıyorum.

Haruaki hemen “Tabi ki anlamıyorsun,” diye yanıt vererek kuşkularımı doğruladı.

“He? Ama… sen ‘Aya Otonaşi’ yazdın, öyle değil mi?”


“Evet… dinle, Daiyan hafife alınmayacak derecede zeki, değil mi? Ama diğer yandan kişiliği de hafife alınmayacak derece berbat, her türlü!"

Birden konuyu değiştirdiğinden dolayı kafamı yana eğdim.

“Ve o sadece ‘Aya Otonaşi’ yazacağını söyledi’. Başka yazacak bir şey aklına gelmedi. Tabi ki ben daha iyi bir şey bulamam. Demeye çalıştığım, farklı bir seçenek bulamıyoruz, o sebepten dolayı da başka bir şey yazamıyoruz.”

“Aklına gelmeyen bir şey… yazamazsın.”

“Aynen öyle. Bu deney bize yönelik değil.”

Haruaki’nin dediğinin tam isabet olduğunu hissettim. Haklı olmalıydı.

Yani diğer bi deyişle, Otonaşi bunu sınıf arkadaşlarının çoğu için değil, farklı bir şey düşünebilecek biri için yapıyor sadece.

Haruaki'nin neden az önce o kadar kederli olduğunu anladım. Yani, ilk görüşte ona âşık olmuştu. İtirafı yarı şaka olabilirdi, ama başka itiraf ettiği kimseyi tanımıyorum. O yüzden esasında az çok içtendi.

Ama Otonaşi hislerine karşılık vermedi. Varlığı görmezden geliniyordu… Aynı Daiya’nın söylediği gibi.

“...Haruaki, kafan beklediğimden iyi basıyormuş.”

“Öyle bir şey demene lüzum yoktu!”

Kaba iltifatımı mahcup bir gülümsemenin arkasına gizlemeye çalışırken, Haruaki buruk bir şekilde gülümseyerek tepki verdi.

“Sonra görüşürüz. Şimdi gitmezsem, üst sınıftakiler beni öldürür. Hayır, abartmıyorum!”

“Ah, evet. Göreyim seni.”

Şöyle böyle olan beyzbol takımımız baya istekli gözüküyordu.

Önümde duran boş kağıda baktım. ‘Aya Otonaşi’ yazmak üzereyim, ama bir türlü kendimi bunu yazmaya getiremiyorum.

Otonaşi'ye baktım. Ona verilen kağıtlara bakarken ifadesi hiç değişmedi. Muhtemelen hepsinin üstünde ‘Aya Otonaşi’ yazılı.

—Bir şey düşünmeyen biri 'bir şey' yazamaz

“——”

O zaman ne yapmalıyım?

Her şeyden sonra, aklıma bir şey geliyor. Her nedense, alakasız ‘Maria’ ismi geldi aklıma.

Ben de bir hata olduğunun farkındayım. Her şey arasında ‘Maria’. Bu isim nereden geldiğine dair hiç bir fikrim yok. Üstelik bu isimle kağıdımı verirsem, bana ‘Benimle dalga mı geçiyorsun!’ gibi bir şeyler bağıracak.

Ama ya, şans eseri, bu aradığı cevapsa..?

Ciddi bir oyalanmadan sonra, 10x10cm’lik kağıt parçasına yazmaya başladım.

‘Maria’

Ayağa kalkıp Otonaşi'ye doğru yürümeye başladım. Artık sıra yok. Görünen o ki son kalan kişi benim. Kağıdımı gergin bir şekilde uzattım. Otonaşi ses etmeden kabul etti.

Sonra üstünde yazılana baktı.

Ve ifadesi değişti. Bariz bir şekilde.

“...He?”

Öğretmenimize veya Daiya’ya karşı durduğunda hiç rahatsız olmayan Otonaşi'nin gözleri apaçıktı.

“Hahaha…”

Birden kahkahalara boğuldu.

“Hoşino.”

“Ha, demek ismimi hatırladın.”

Bunu söyler söylemez pişman oldum. Çünkü kahkaha atmayı kesince bana baş düşmanıymışım gibi sert sert baktı.

“...Sen..! Benimle dalga mı geçiyorsun?!?”

Ancak telaşlı bir şekilde öfkesini bastırabilmişti, çünkü düşük, boğazdan gelen bir sesle konuştu. ‘Dalga geçme’ kısmını beklemiştim, ama sesindeki ton oldukça şaşırtıcıydı.

Beni bütün gücüyle yakamdan tuttu.

“Aa! Ö-Özür dilerim! S-Seninle dalga geçmek gibi bir niyetim yoktu…”

“Yani bana söylemeye çalıştığın şey böyle bir cevabı şaka olmadan yazabiliyorsun?

“...Ehm, yani. Sen… haklı olabilirsin. Belki de şaka yapıyordum.”

Bu son darbe olabilirdi.

Yakamı bir an bile bırakmadan, beni okul binasının arkasına sürükledi.



“Hoşino. Benimle dalga mı geçiyorsun?”

Otonaşi beni okul binasının duvarına doğru itti ve dik dik baktı.

“Plan yapmakta iyi değilim. Bunun farkındayım. O yüzden 'Suçlu, teslim ol!' seviyesinde saçma bir planla çıkageldim. Hayır, buna plan bile denilemez. Ama buna rağmen… Nasıl bu tuzağa düştün!? Hem de bu ikinci defa yapışım! İlk sefer tamamen görmezden gelmiştin!”

Otonaşi ellerini yakamdan çekmişti ama öfkeli bakışları o kadar baskılayıcıydı ki olduğum yerde kalmamda yeterdi.

Dudaklarını ısırırken bana dik dik bakmaya devam ediyordu, ve ardından iç çekti.

“...Hayır, böyle saçma bir yönteme en sonunda tepki aldığım için kontrolümü kaybettim. Ama bu durumun iyiye doğru gittiği anlamına gelir, o yüzden mutlu olmalıyım.”

“...Evet, sanırım. Mutlu olmalısın! Hahaha.”

Otonaşi sahte gülüşüme tekrar dik dik baktı. En iyisi sessiz kalmalıydım.

“...Anlamıyorum. Esasında inatçılığım yüzünden artık pes ettiğini düşünmüştüm ama... bu vurdumduymaz, sakin suratın da neyin nesi!”

Vurdumduymaz değilim, sadece ne hakkında konuştuğuna dair bir fikrim yok!

“Beni 2,600 tekrar boyunca görmezden geldin. Bu sonsuz yinelenme ne kadar devam ederse etsin teslim olmayacağım. Ama ben bile yorgun hissediyorum. Senin de aynı şekilde hissetmen gerekir, öyleyse nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun?!”

Ben ne… Ne dediğin hakkında zerre fikrim yok.

Anlaşılan sonunda şaşkınlığımı anladı ve bana şüpheyle baktı.

“...Acaba sen kendinin farkında değil misin?”

“Kendinin farkında mı? Nasıl yani?”

“...Pekâlâ. Rol yapıyor olsan bile açıklamanın zararı yok. Hm, doğru. Bunu basitçe anlatmak gerekirse—ben 2.601 defa ‘transfer’ oldum.

Yapabildiğim tek şey boş bir ifadeyle şaşırmak oldu.

“Eğer rol yapıyorsan gerçekten çok yeteneklisin. Ama gerçekten de ‘bilmiyorsan’, öyle boş bir ifadeye sahip olman tabi doğal. Neyse. Sana bildiklerimi anlatacağım. Hım, evet—bugün Martın 2'si, değil mi?”

Kafamı salladım.

“Bugünü, 2 Mart’ı, 2.601 defa tekrarladığımı söylemek daha kolay olur, ama o da tam doğru değil. O yüzden okul transferi tabirini kullanıyorum, ama o da tam uygun değil.

“Haa…”

“Ben Martın 2sine, sabah 06:27’ye tam 2.601 defa geri gönderildim.”

“.....”

“‘Geri gönderildim’ benim açımdan doğru bir tabir, ama evrensel olarak doğru değil. O yüzden burada okul transferi tabirini kullanıyorum, çünkü gerçekte olana daha yakın—”

Otonaşi ağzımın açıldığını gördü ve kafasını kaşımaya başladı.

“Ahh, off! Sen ne kadar aptalsın! Saat 06:27 civarında herhangi bir şeyi onaylamıyorsan onu ‘geçersiz’ sayıyorsun, değil mi!” Siniri tepesinde isyan ederek bana bağırdı. Hayır, hayır… Benim durumumda herhangi biri onun mantık çerçevesini anlayamaz, değil mi?

“...Tam olarak anlamadım, ama aynı günü defalarca tekrarlıyor musun?”

Bunu söylediğim anda 'o' oldu.

“Ah—”

Ne? Nedir bu?

Güçlü ve tuhaf bir hissin bana saldırdığı göğsümü bastırdım. Rahatsız hissediyorum… hayır, ‘rahatsız’ eksik kalır. Derin ve esrarengiz bir histi bu, sanki tüm şehrin aniden başka bir şehirle yer değiştirmesi ama bunu sadece senin fark etmen gibi. Anılarım dönmüş değildi. Yeni bir şey hatırlamıyordum.

Ama nedense orada bir şey vardı.

Otonaşi gerçeği söylüyordu.

Sadece gerçeği.

“Sonunda anlıyor musun?”

“...B-Bir saniye.”

2 Mart’ı 2.601 defa yaşadı. Bu tek başına beni durdurmak için fazlaydı bile, ama Otonaşi'nin belirttiği şey:

“...Bunun sorumlusu ben miyim?

“Evet,” Otonaşi anında cevap verdi.

“N-Neden öyle bir şey yapayım ki?”

“Sebeplerini ben nasıl anlayayım.”

“Bunu yapan ben değilim!”

“Kendinin bile farkında olmadan bunu nasıl söyleyebiliyorsun?”

‘Neden ben?’ diye sormak üzereydim, ama göze çarpmam için bir sebep olduğunun farkına vardım.

O kağıt parçasının üstüne ben ‘Maria’ yazmıştım.

“Aynen şimdiye kadar olan tekrarlardan haberin olmadığı gibi, bu duruma sokulan kişilerden ‘geçersiz’ ilan edilenlerin tekrarları hatırlamalarına imkan yok. Başka bir deyişle: benim dışımda, sadece bu durumun sorumlusu daha önce bahsettiğim ‘Maria’ ismini yazabilmeli.

Ama bu defa bu ismi hatırladım. ‘Maria’ gibi bir ismin birden aklıma gelmesi benim gibi biri için olanaksız olduğunu kabul etmeliyim.

“Etkili olduğunu bilmiyorum ama, sürekli insanların anılarında göze batacak şekilde davranmaya çalıştım. ‘Geçersiz’ ilan edilen tekrarları hatırlayan zanlının hata yapmasını bekliyordum. Gerçi, bu taktikten çokta beklentim yoktu…”

“...Ne zaman benim hakkımda şüphelenmeye başladın? Yani, özellikle bana bu ismi -’Maria’ ismini- bana daha önceki bir tekrarda bahsetmiş olmalısın, değil mi?”

“Aslında, oldukça zararsız görünüyordun, o yüzden özellikle senden şüphem yoktu.”

“O zaman..?”

“Hıh, tabi herkese tek tek bu ismi söyleyerek denedim. Sonuçta, zamanım sınırsız.” Zamanı sınırsızdı.

Otonaşi'nin geçirdiği zaman... O kadar uzun bir zaman ki, “sınırsız” kelimesi artık mecazi olmuyordu.

Anladım. Zamanı hemen hemen sınırsız, o yüzden sınıftaki herkesin ismini yazması gibi gelişigüzel bir plan yaptı—birisinin ‘Maria’ yazması ümidiyle. Gerçekten başarma olasılığı olmasa bile. En iyi planları 2.601 okul transfer’inden uzun zaman önce tükenmişti, o yüzden bu, aklına yeni bir plan gelene kadar vakit geçirmek içindi. Akli dengesini yitirmemek için ümidi olmayan bir plan denemek hiç bir şey yapmamaktan daha iyiydi. Sonuçta, bu ‘Okul Transferlerinde’ geçirdiği süre sonsuza dek sürebilir.

O yüzden Otonaşi bu aldatmacaya kandığım için bu kadar kızdı. Ne kadar denersen dene, bir rol yapma oyunundaki[2]düşmanı yenememen gibi. O yüzden çaresizce çalışır ve seviye atlarsın - ama esasında, kolaylıkla bulabileceğin bir eşya ile onu rahatça yenebilirsin. Sonunda amacına ulaşmış olursun, ama o kadar zamanı ve çabayı boşa harcadığın için kötü hissedersin.

“Neyse, bu boş konuşmayı kısa keselim. Sonuçta, hiç bir şey çözülmedi.”

“Öyle mi?”

“Tabi ki. Durum sana çözülmüş gibi geliyor mu? Bu bitmek bilmeyen kabus, Reddeden Sınıf, sana bitmiş gibi gözüküyor mu?"

Reddeden Sınıf mı? Sürekli tekrarlayan kabusuna verdiği isim bu heralde.

Yine de, beni rahatsız eden bir nokta var.

“Yani, ‘Maria’ yazdım diye bana zanlı gibi davranmanı anlıyorum ama dinle, başta sen niye Reddeden Sınıf’tan etkilenmiyorsun?

“Etkilenmiyor değilim; hatta Reddeden Sınıf'tan herhangi biriymiş kadar etkileniyorum. Teslim olup anılarımı saklamaya çalışmasam ‘Sınıf’ beni çoktan ele geçirirdi. Bu sonsuz döngü içerisinde anlamsızca yaşardım. Teslim olmak kafanda dengede tuttuğun bir bardak suyu dökmek kadar kolay olurdu. Senin reddettiğin bu tek günü sonsuza dek yaşardık.”

“Eğer sen unutursan, bunların hepsi olur mu?”

“Düşün biraz. Bu tekrarı başka fark edebilecek biri var mı? Sonuçta, bunu yaratan sen bile tekrarların farkında değildin...”

...haklı olabilir. Sonuçta, bu günü 2.601 defa tekrarladı.

“Hatırlama çabalarımı terk etmek benim için son derece daha kolay olurdu. Ama bu kesinlikle asla olmayacak.”

“...asla?”

“Evet, asla. Teslim olmamın imkanı yok. Bu günü 2.000 defa, 20.000 defa, veya bir milyar defa tekrarlamak zorunda olsam bile umurumda değil. Bu tekrarların üstesinden gelip amacıma ulaşacağım.”

2.000 defa... Günlük hayatımızda sık sık ‘2.000’ sayısına birim olarak karşı karşıya geliriz. Ama parça parça toplamamız gerekse… örneğin, bir senede 365 gün var, 1.825 gün beş yıla eşit… ve bu hâlâ 2.000 günden daha az bir değer.

Otonaşi Reddeden Sınıf içerisinde 5 yıldan daha fazla vakit geçirmiş olmalıydı.

“Hoşino. Bu Reddeden Sınıfı niye yarattığının da mı farkında değilsin?”

“He? ...Evet.”

“Haha, anladım. Bu soruyu cevaplamamak için anlamamazlıktan geldiğini varsayarsak, bunda bir anlam olduğu kesin. Öyleyse rol yapma yeteneğin çok sağlam.”

“R-Rol yapmıyorum!”

“Peki, o zaman sana şunu soracağım—”

Otonaşi hafifçe gülümsedi.

“Hoşino, sen— O’nunla tanıştın, değil mi?”

—Kim?

...Nedense, şu an kendime sorduğum soru o değil. Kiminle tanıştım? Bilmiyorum. Hatırlayamıyorum.

Yine de, anlıyorum.

Ben ‘*’ ile tanışmıştım.

Ne zaman? Nerede? Tabi ki öyle bir şeyi bilemezdim. Bunlar anılarımın bir parçası değildi. Ama buna rağmen, onunla tanıştığımı hissedebiliyordum.

Hatırlamaya çalışıyorum, ama bu bilgi engellenmişti, sanki yüksek hızda bir duvar bu bilginin önüne örülmüş ve "Dikkat! Giriş izniniz yok. Sadece izinli kişiler girebilir..." diyerek erişimimi engelliyordu.

“Haha, demek ki tanışmışsın,” diye kıkırdadı.

Otonaşi artık emindi. Ben de artık emindim.

Ben, Kazuki Hoşino, bu durumun oluşmasının sorumlusuydum.

“O'nu sana vermiş olmalı. Tek bir dileğini gerçekleştiren kutuyu.”

Birden bire kutu kelimesini kullanmaya başladı. Söylediklerine bakılırsa, Reddeden Sınıfı oluşturan araç bu kutuydu.

“Ah, evet, sana amacımı henüz söylemedim,” Otonaşi kıkırdayarak söyledi.

“Benim amacım—kutuyu elde etmek.”

Bunun ardından yüzündeki gülümseme iz bırakmadan kayboldu. Kutuya sahip olduğumdan emin olan Otonaşi bana dudağını büküp bir komut verdi:

“Şimdi kutuyu bana ver.”

Kutunun sahibi kesinlikle benim. Başka bir seçenek yok, değil mi?

Ama herhangi bir dileği yerine getiren bu kutuyu ona vermek gerçekten olur mu?

Yani, Otonaşi bu kutuyu elde etmek için 2,601 tekrara katlandı. Bu kadar büyük bir çabayı sarf edecek kadar önemli bir dileği var. Kendi dileğinin yerine gelmesini istiyor; kutumu çalıp benim dileğimi hafife alma adına bile.

—Otonaşi anormal denilebilecek bir azimle hareket ediyordu.

Evet, bu anormaldi. Aya Otonaşi anormal birisiydi.

“...Nasıl yapacağımı bilmiyorum.”

Yalan söylemiyordum. Ama biraz da direnç göstermeye çalışıyordum.

“Anladım. Yani nasıl yapacağını çözünce bana verecek misin?”

“Şey…”

“Nasıl bırakacağını unutmak sıradan bir durum. Ama tamamen unutmadın; derinde bir yerlerinde, bunu nasıl yapabileceğini hala hatırlıyorsun. Asla bisiklet sürmeyi unutamayacağın gibi: başkalarına nasıl sürüldüğünü öğretemeyebilirsin, ama içgüdüsel olarak nasıl yapacağını biliyorsun. Bunu kelimelere dökemediğin için afallıyorsun sadece.”

“...kutuyu çıkarmadan Reddeden Sınıfı sonlandırmanın yolu yok mu?”

Otonaşi bana soğuk bir bakış attı.

“Bana vermeyi planlamıyorsun. Söylemek istediğin bu mu?”

“Ö-Öyle değil…”

Bariz telaşımı anlayınca, Otonaşi sessiz bir iç çekti.

“Bakalım. Eğer kutuyla birlikte sahibini kırsak Reddeden Sınıf da sonlanır herhalde.”

“Sahibiyle birlikte kırmak mı..?”

‘Sahip’, büyük ihtimalle kutuyu elinde tutan kişi demek oluyordu—diğer bir deyişle, ben. Benimle birlikte kırmak mı? Kısaca—

Otonaşi duygularını bastırıp soğukkanlı bir şekilde şunu söyledi:

“Reddeden Sınıf sen ölürsen sonlanır.”



Bu ‘*****’ hazırlamak için yeterli bir sebep mi?

Gerekiyorsa bunu bana da yapmayı düşündüğünü mü söylemeye çalışıyorsun? O zaman, lütfen çabuk yap; katlanması daha kolay olur.

3 Mart sabahı. Yağmurlu, göz gözü görmeyen bir kavşakta...

Şemsiyemi bir kenara attım ve ‘*****’'e baktım. Başka bir şey pek kayda geçmiyordu. Ne duvara çarpan kamyonu, ne de orada öyle duran Otonaşi'yi, ikisini de beynim kayda almıyordu. Kırmızı bir sıvı sürekli akıyordu; o kadar çok vardı ki yağmur bile izini silmede yetersizdi.

Kafasının yarısı eksik, bir ces**. Bey**’i her yere sıçramış... ***et. Ceset. Ceset. CESet. CesetCesetCESET. cesET. CesetcesetCESET. Ceset. Ceset. Ceset!

Haruaki’nin ‘Cesedi’.

“—ah”

Gözlerimin önündekini sonunda fark edince kusmaya başladım.

Aya Otonaşi’ye baktım. O da bana ifadesiz bir şekilde bakıyordu.

“......Haruaki”

Ama merak etme, Haruaki!

Biliyorsun, bunların hepsi zaten silinecekti.

Burada olanlar ‘geçersiz’ ilan edilecekti.

...He? Acaba… Reddeden Sınıfı dilememin sebebi bu olabilir mi..? Böyle bir durumu reddettiğim için mi?



  1. Burada pırasayı fitil olarak kullanmakla alakalı bir kocakarı ilacına ince olmayan bir gönderme var. http://detail.chiebukuro.yahoo.co.jp/qa/question_detail/q1233508952
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Rol_yapma_oyunu



2602. Defa[edit]

“Adım Aya Otonaşi.”

"—Ah"

Tam o anda, zihnimden kızıl bir görüntü geçti. Zihnimin derinliklerinde yatan bir görüntü, ama yalnızca bir anlığına gördüm.

Ve sanki zihnim o görüntüye ince bir çizgiyle bağlıymış gibi, 2,601. okul transferinden anılarım da bilincime yerleşti.

Çığlık atmadığım için kendimle övünmeliyim.

“Hm? Bir şeyin mi var Hoşi? Çok kötü gözüküyorsun, iyi misin?”

Benim yanımda oturan Haruaki, benim için endişeleniyordu.

Kamyonun altında kalmış olması gereken Haruaki bana gülümsüyor.

Kaçınılmaz bir huzursuzluk. Mide bulantısı. Devasa bir bilgi seli beni tamamen ele geçirdi, sanki ben onun avıydım ve o beni yedi bitirdi. Zihnim aşırı bilgi yüklemesini kaldıramadı ve şiddetle baskılandı.

Geçen tekrarın anıları şu anki anılarımla birleşti.

Aradaki bağlantı çok canlı ve belirgin—

“Ama gerçekten, Aya fazla tatlı. Ona aşkımı ilan edeceğim.”

—Haruaki’nin cesedi yüzünden.

Ve şimdi tekrardan Aya Otonaşi’ye ilk görüşte âşık oldu, kendisine o kadar korkunç bir şekilde acı çektirmesine rağmen.

Otonaşi'ye baktım. O an gözlerimiz buluştu. Bana bakmaya devam etti. Dudağının kenarını kaldırıp korkusuzca bana dik dik bakmaya devam etti.

O ceset... beni köşeye sıkıştırıp, kutuyu ele geçirmek için bir hamle miydi?


Öyle ise, planı fazla etkili. Bana ceset göstererek beni tehdit etmek, “Seni öldürürüm,” düşüncesini ima etmek… Ve arkadaşımın cesedini kullanarak, beni suçluluk duygusuyla da kenara sıkıştırdı. Teorik olarak bunların hiçbirinin benim suçum olmadığının farkındayım; hepsi Otonaşi'nin başının altından çıktı. Ama gerçek bir ceset ile yüzleşince, teori uçup gider ve geriye içgüdü kalır—gücüm tamamen tükendi.

Yapabilsem, kutuyu derhal ona verirdim. Ama çok şükür ki, bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum.

...çok şükür mü? Bu doğru değil. Yani, bu saldırı bu kadar etkili olduğuna göre, Otonaşi kesinlikle devam edecek.

Gücüm tükenene dek.

Otonaşi kürsüden indi ve bana doğru yaklaştı.

Hemen yanımda dikildi.

Bana bakmadan, direk ileriye doğru mırıldandı:

“Anlaşılan hatırlıyorsun.”



İşler böyle devam ederse kırılacağım.

Anlamazlıktan geldim ve Otonaşi’den kaçtım, çabamın ne kadar boş olduğunu bile bile.

Ondan kaçarken bir şekilde ona karşı tedbir almalıydım.

Bu yüzden—

“Bana her şeyi anlattın mı Kazu?”

—Tanıdığım en zeki kişiye başvurdum, Daiya Oomine.

Daiya koridorun duvarına yaslandı ve belli ki keyfi yerinde değil—muhtemelen açıklamamla 1 ve 2. ders arasındaki teneffüsünün tümünü işgal ettiğimden dolayı.

“Ee? Bana bu kitap fikrini anlattıktan sonra benden ne bekliyorsun?”

Açık açık hikayenin tamamını anlattım, Otonaşi’den öğrendiklerim dahil, tek bir detay çıkartmadan. Yine de, durum böyle — Daiya gibi bir gerçekçinin hikayeme inanmasını beklemiyordum, ben de bir kitabın senaryosuna çevirdim.

“Bu hikayenin kahramanının ne yapması gerektiğini merak ediyordum.”

“Seçeneklerini genişçe düşünürsek, muhtemelen O'nun transfer öğrenciye karşılık vermesi lazım."

Doğal olarak, bu senaryoda kahraman benim ve Otonaşi transfer öğrencisi oluyor.

Hikayeyi bu haliyle benimsediğimden dolayı, Daiya transfer öğrencinin ‘Aya Otonaşi’ olduğunu fark etti. Ama o sadece alaycı bir şekilde gülümseyerek, “demek ki örnek oydu,” dedi. Konuşmamızın varsayım olduğu düşüncesinden bayağı emin gözüküyor.

“Fakat… kahramanın transfer öğrencisiyle mücadele edebileceğini düşünmüyorum.”

“Şu an için öyle sanırım.”

Rakip Aya Otonaşi. Kutuyu elde etmek adına 2.602 defa transfer olup, ceset üretebilecek kadar ileriye gidebilen bir insan... Onu yenmek gibi bir imkanım olduğunu düşünmüyorum.

Daiya kaygısızca, “Ama kahramanın daha sonra transfer öğrencisine eşit bir güce sahip olabilmesi mümkün,” dedi.

“He—?”

Tabi ki bir çözüm bulmak için Daiya’ya danıştım. Ama bunu düşük beklentilerle yaptım, samanlıkta iğne bulmaya çalışmak gibi. Doğrusu, bir çözüme kavuşacağını beklemiyordum.

“O nasıl bir tepki? Pekâlâ, söyle o zaman, transfer öğrencisini kahraman’a göre üstün kılan şey nedir?”

“He? Yani—”

“Ah, hayır, cevap vermesen iyi edersin. Beni sadece tamamen saçma bir cevapla sinir ederdin.”

...Kızmaya hakkım var, değil mi?

“Kahraman ve transfer öğrencisi arasındaki fark bir bilgi farkı. Transfer öğrencisi bu farkı kullanarak kahramanı bir kukla gibi idare edebilir. Çok basit bir şey bu. Tek yapması gereken şey bilgi akımını kontrol edip kahramana sadece kendi işine yarayan bilgiyi vermek.”

Bu… doğru. Neler olduğunu unutur unutmaz Otonaşi benimle istediği gibi oynayabilir.

“Diğer yandan, kahraman aralarındaki bilgi farkını—onunla mücadele edememesinin temel sebebi—azaltabilirse, bir şekilde onun için bir fırsat oluşur. Yani tek yapması gereken şey o dezavantajı ortadan kaldırmak.”

“...ama bu imkansız!”

Daiya fısıldadığım cevaba sırıttı.

“Hey, bana kahramanın geçmiş tekrarın anılarını hatırlama ihtimali olduğunu söylemiştin.”

“Evet.”

“Yani sıradaki tekrarda, bu tekrardan olan anılarını hatırlarsa, şimdiki tekrardaki anılarına da kavuşmuş olacağı için, bir önceki tekrarın anılarına da kavuşmuş olacak. Değil mi?”

“.......yani, sanırım öyle.”

“Öyleyse daha önceki tekrarın anılarını hatırlayabilirse, iki tekrar önceki anılarını da hatırlayabilir. İki tekrar öncesi anılarını hatırlarsa, üç tekrar öncesi anılarına da kavuşabilir.”

“...ee—? Transfer öğrencisi de bu sırada bilgi biriktirebilir. Aradaki fark kapatılamaz. Otona— transfer öğrencisi zaten 2,601’den fazla tekrarın anılarına sahip. Kahraman iki, üç defa anılarına kavuşsa ne olur ki—”

“Bu süreci 100,000 defa tekrarla.”

“...He?”

“Zaten geçmiş olan 2,601 tekrarın dengesizliği ile mücadele etmenin yolu yok. O yüzden o 2,601 tekrarı alakasız yapacağız. Basit aritmetik kullanırsak 102,601 defa ve 100,000 defa arasındaki bilgi farkı sadece yaklaşık %2. Buna artık fark diyemezsin. Kahraman bu süreci birçok defa tekrar ederse, transfer öğrencisine karşı mücadele etme yoluna kavuşur. Ondan sonra biriktirdiği bilginin avantajını sürüp transfer öğrencisinin yorgunluğunu kullanarak onu güçsüz düşürüp, sinir edip, önceki tekrarlarıyla alakalı anılarını unutturması lazım.”

“Öyle—”

Öyle bir şey mi yapmam gerekiyor?

“.....ama baştan anılarını nasıl unutmayacağını bilmiyor.”

Doğru. Bu defa anılarıma kavuştum, ama bu sadece şans eseri oldu.

“Bir ceset görmenin şokunun kahramanın anılarını hatırlamasını sağladığını söyledin, değil mi?

“Öyle varsayıyorum… Sanırım.”

Başka bir sebep bulamıyorum ve içimden bir ses doğru olduğumu söylüyor.

Anılarımı hatırlayabilmemin sebebi Haruaki’nin cesedini görmekti.

“O zaman çok basit,” Daiya kaygısızca açıkladı.

“Kahramanın sadece ceset sergilemesi gerekiyor.”

“—Ne!”

Doğal olarak dilim tutuldu.

“Ö-Öyle bir davranış—”

“Yani, dinle. Birisini öldürmek kesinlikle etik değil. Öylesine ahlaksız bir kahraman sadece okuyucuyu tiksindirir. Daha genel konuşmak gerekirse, kahraman ceset görmekle aynı etkiye sahip bir şey hazırlamak zorunda.

“...o kesinlikle… işe yarar.”

“Başka bir hitapla, kahraman sadece kutunun peşinden koşma konusunda transfer öğrencisinden daha kararlı olmak zorunda.”

Zil çaldı. Daiya konuşmamızı bitmiş olarak kabul etti ve döndü.

“Ben sınıfa geri dönüyorum. Sende çabuk gel Kazu!”

“Tamam…”

Ama sınıfa geri dönmek istemiyorum ve onun yerine olduğum yerde kalmaya devam ettim. Daiya bana aldırmadan uzaklaştı.

İç çektim.

“...anılarımı hatırlamamın bir yolu kesinlikle olabilir. Ama—”

—100,000 defa dayanmak mı? Teorik olarak mümkün olabilir ama bunu gerçekten başarmamın imkanı yok. Bir insanın buna katlanması imkansız. Bir mucidin bana üst hızı saatte 20,000km olan bir araba söylemesi gibi. Araba o kadar hızlı gidebilse bile, vücudum yüke dayanamaz ve sonunda yıkılırdı. Zihnim, hayır, insan zihni aynı günün 100,000 tekrarına katlanamaz.

Otonaşi buna gerçekten katlanabiliyorsa, o özel bir durum. Lütfen beni öyle bir canavarla aynı kefeye koyma.

Ama Otonaşi'ye karşı gelmenin tek yolu bu mu? Ona karşı çıkmalı mıyım? Beyaz bayrağı kaldırmak ikimiz için de daha iyi olmaz mı?

Böylesine basit bir şeyin kararını veremediğim için tekrar iç çektim.

Sınıfa dönmeye karar verip önüme baktığımda…

“—ah”

Sesimin yükselmesinin sebebi, Haruaki’nin birden bir sütunun arkasından fırlamasına karşı bir tepkiydi.

“......Haruaki.”

Konuşmamızı duymuş muydu? Hayır, yüzündeki ifade çok fazla ciddi. Sonuçta, sadece ‘kurmaca bir hikaye’’den konuşuyorduk. Teorik olarak, tabi ki.

Serbestçe kendi durumunu savunmaya başladı. “Açıkçası, arkadaşın olduğumdan dolayı, başkalarıyla eğlenip beni unuttuğunda kıskanıyorum, o yüzden saklanıp konuşmanızı gizlice dinlememin mahsuru yok. Bunu affettim geçtim.”

Şakacı tonuna rağmen, ifadesi konuşma boyunca ciddiydi.

“Peki o zaman, Hoşi—”

Haruaki kafasını kaşıdı ve sordu.

“—beni öldürmeye ne dersin?”

Nefesim kesildi.

Bu baştan sona hayret verici sözleri O'na ne söyletiyor hiç bir fikrim yoktu.

Haruaki bir süre şaşkın halimi gözlemledi. Gözlerimi bile kırpamıyordum. Birden sakince gülümsemeye başladı ve daha fazla dayanamayıp kahkaha atmaya başladı.

“Ah, hayır söyleme!—Bu çok acımasız, Haruaki! Benimle alay etme!”

“Haha! Hayır, hayır, tepkinin o kadar ciddi olacağını asla tahmin edemezdim…!! Müthiş! Hoşi, çok fazla komiksin! Şaka yapıyorum tabi ki de, şaka!

Yani, bu mantıklıydı. Bu tekrarın var olduğuna inanacak kimse yoktu.

“Doğru… Şaka… Bu tabi ki sadece bir şaka.”

“Tabi ki. Doğal olarak şaka—öldürülmeme izin vermek gibi bir şey.”

Son sözünde tuhaf bir ahenk vardı.

“—Haruaki?”

“—Ee? Sana nasıl yardımda bulunabilirim?”

Yardım mı? Haruaki neyden bahsediyordu?

Haruaki tekrar konuşmaya devam ettiğinde ciddi, ve samimiydi.

“Yani, sıradaki dünyada anılarım kaybolacağı için, şu an yapabileceklerim sınırlı.”

Hee, anladım—

Haruaki Reddeden Sınıfa inanıyodur.

Bir başkasının uydurma varsayacağı bir hikayeye inanıyordu.

“......Haruaki.”

“Ne oldu, Hoşi?”

“Ehm… bu sadece benim uydurduğum kurgulanmış bir senaryo, biliyorsun değil mi?”

Haruaki güldü ve soğukkanlı bir şekilde:

“Bu bir yalan, öyle değil mi?” dedi.

“Na—”

Bunu nasıl çözdüğünü sormaya bile başlayamam.

Yani, biri yalvarsa bile böyle saçma bir hikayeye inanamam.

“Wahaha! Arkadaşlığımın derinliği seni etkiledi mi? Böylesine gülünç bir hikayeyi tereddüt etmeden yutmamı sağlıyor!”

“Evet.”

Haruaki ona cevap olarak kafa salladığımda afalladı.

“H-Hayır… o kadar açıkça cevap verme! Utanırım!”

Utangaç bir şekilde burnunu kaşıdı.

“Şunu bil diye söylüyorum, Daiya da bunun gerçekten olduğuna inanıyor.”

“He?... Hayır, sanmıyorum. Demeye çalıştığım, Daiya’dan bahsediyoruz, gerçekçiliğin doruğundaki, hatırladın mı?”

Fakat, Haruaki bahsetmişken, Daiya biraz garip davranıyor olabilirdi. Sonuçta, konuşmamız için özel bir yer seçti ve ders arasını feda etti. Gerçekten bir kitap kurgusu olduğunu düşünseydi, beni “Sıkıcı. Yazma.” gibi kısa bir yorumla kovardı.

“Tamam, belki hikayene %100 inanmış olmayabilir, ama güven bana—gerçeğin çok farklı olduğunu düşünmüyor!”

Düşündüm de, bir kitap eleştirisi olarak yorumları biraz tutarsızdı. Kahramanın isteyeceği cevapları verdiği belli.

“Daha hikayenin başında bir hata var Hoşi. Transfer öğrenciyi temsil eden Aya, daha bugün gelmedi mi? Daiya ile ilk dersten sonraki arada konuştun. Bunları düşünmek için yeterli zamanın yoktu!”

“Ah—”

Bu gerçekten de doğru.

“Bence deli değilsin, bence gerçeği söylüyorsun.”

“...neden?”

"Bu kurgulayabileceğinin biraz üstünde, değil mi? Senin böyle kuvvetli bir hayal gücüne sahip olmana imkan yok, Hoşi."

“Ne kadar kaba…”

“Yani, biraz daha zeki olup böyle bir şeyi bu kadar kısa zamanda düşünebilsen bile; sana yine de inanırdım.”

“...neden?”

“Çünkü biz arkadaşız, öyle değil mi?”

Oha, bu herif ne dedi öyle…

Yani, ben nasıl… utanıp kızarmayayım benimle bu şekilde konuşursa?



Haruaki kaşlarını çattı ve ağzına kızarmış patates tıktı.

“Anladım. Yani Aya… hayır, Aya Otonaşi beni öldürmüş olabilir…”

Haruaki’nin tavsiyesi üzerine sonunda McDonalds’a gittik. Okulu hasta numarası yapıp erkenden bırakan, üstünde okul üniforması olan, ve gündüz ışığında McDonalds’da takılan iki öğrenciyiz. Etrafımızdaki insanların yargılayıcı bakışlarını fark etmekten kendimi alıkoyamıyorum ve kaçma isteği duyuyorum.

“Acaba Otonaşi okul saatleri sırasında McDonalds’da okul üniformasıyla bulunsa umrunda olur muydu.”

“Yani, muhtemelen Aya Otonaşi’nin durumunda, olmazdı.”

Haruaki ilk görüşte âşık olduğu kızın onu öldürmüş olabileceğini biliyor, dolayısıyla ismini kin ile söylüyor.

“Kısacası, bu duruma 2,000 tekrardan fazla bir zaman üzerinde bu duruma alıştı.”

Otonaşi her bir tekrar ardından her şeyin ‘geçersiz’ ilan edilmesine alıştı. Reddeden Sınıf içerisindeki her küçük şeye muhtemelen bozulmaz artık.

Otonaşi anormal bir duruma uyum sağladı. Normal olduğunu söyleyebilir misin gerçekten, beni öldürmeye çalışan Otonaşi'nin kişiliğinin?

“Bu bir kaçış teşebbüsü mu olacaktı?”

Kalbim durdu.

Birden düşündüğüm kişinin sesini duymak… Arkamda konuşan kişiye dönüp bakamadım bile. Yerime yapışıp kaldım.

Bizi nasıl buldu? Daiya’ya bile söylemedim.

Otonaşi etrafımda yürüyüp önümde durdu. Hala kafamı kaldıramıyorum.

“Sana bir şey söyleyim Hoşino,” dedi, yüzünde bir sırıtma ile. “Bu benim 2,602’inci 2 Mart’ım. Bu zamanı anılarını hatırlayamayan, zaman tekrarlarının farkında olmayan ve hiç değişmeyen sınıf arkadaşlarıyla geçirdim.”

Sakince elini masaya koydu. Bu tek başına beni gerdi.

“Normalde, insanlar da, inançları da değişir. O yüzden hareketlerini öngörmek hiç de kolay değildir. Fakat siz, çıkmaza girdiniz ve değişemiyorsunuz, ve bu sebepten dolayı hareketlerinizi çözmek aşırı kolay. Aynı 2 Mart olduğu için bir o kadar daha kolay. Ne durumda ne söyleyeceğinizi bile çözdüm. Hoşino, senin gibi pasif bir lise öğrencisinin yapacaklarının kapsamını kolaylıkla öngörebilirim.”

Daiya’nın bahsettiği ‘bilgi farkı’ durumunu doğrudan yaşıyorum. Aşağı yukarı Reddeden Sınıf ve kutuyla alakalı bilgiden bahsettiğini düşünmüştüm. Ama sadece o kadarıyla da bitmiyor. En mühim bilgi ben, Kazuki Hoşino'yla ilgili. Ve benim elde etmem gereken bilgi ‘Aya Otonaşi’ ile ilgili. Daiya’nın baştan beri anlatmaya çalıştığı buydu. O yüzden daha fazla tekrarın ardından aramızdaki bilgi farkının kapanacağını söyledi.

“Anladın mı? Benden kaçamazsın Hoşino. Avucumun içindesin. Seni kolaylıkla ezebilirim. Fakat öyle yaparsam, sahip olduğun önemli nesneyi de ezmiş olurum. Hayatta olmanın tek sebebi bu. Anladın mı? O yüzden beni kızdırmasan iyi edersin.”

Otonaşi elimi yakaladı.

“Sessiz ol ve beni takip et. Ardından usluca lafımı dinle.”

Elimi sıkı tutmuyor. Kalkışsam, muhtemelen ondan kurtulabilirim. Ama… Öyle yapmalı mıyım?.. Kesinlikle hayır. Aya Otonaşi beni çoktan ele geçirdi. Sefil olduğumun farkındayım. Ama bir türlü… ona karşı koyamıyorum. Nasıl yapabileceğimi bilmiyorum.

Ve buna rağmen—ona karşı koymamın hiçbir yolu olmadan—elim Otonaşi'nin kavrayışından kurtuldu.

“Ne yapıyorsun,” dedi Otonaşi. Ben kendimi kurtarmadım, o yüzden düşmanca sözlerini bana yönlendirmedi.

“Ne mi yapıyorum?.. Ha!”

Sözlerini ellerimizi ayıran Haruaki’ye yönlendirdi.

“Hoşi’yi sana teslim etmeyeceğim! Bu kadar basit bir şeyi bile doğru anlayamıyor musun? Aptal mısın?”

Haruaki’nin sözleri çocuksuydu, ama suratı kaskatı kesilmişti. Tamamen blöftü. Normalde insanlara asla bu şekilde davranmazdı.

Doğal olarak, Otonaşi kışkırtmasına kanmadı.

“Onu sormuyordum Usui, anlaşılan o ki beynini kullanmayan sensin. Hareketlerin faydasız. Anlamsız. Hoşino’yu kurtarmaya karar vermişsin, ama bu birazdan kaybolacak olan kısa süreli bir hayal. Bir dahaki sefer, sen bu kararlılığından vazgeçmiş olup bana karşı gelmektense aşkını ilan edeceksin.”

Haruaki bu sözleri duyunca gücünün tamamını kaybetti. Haklı olduğunu biliyor. Dünya tekrar sıfırlanırsa, Haruaki bu tekrardaki konuşmalarımızın hepsini unutacak. Şu an ona ne kadar nefretle davransa da, ona tekrar ilk görüşte âşık olacak, ve tekrar aşkını ilan edecek. Haruaki ümutsuz bir çıkmazın içinde.

Ama böylesine acı ve kaçınılmaz bir gerçekle karşı karşıya kalmasına rağmen, Haruaki yumruğunu sıktı.

“Hayır, hala beynini kullanmayan sensin Otonaşi! Belki de gerçekten ‘farkında olmayan halime’ dönüşüyorum her sefer! Muhtemelen anılarımı hatırlayamayacağım ve Daiya kadar parlak da değilim. Ama bak ne diyeceğim. Kendime çok güveniyorum.”

“Anlamıyorum. Ne demeye çalışıyorsun?”

“Hey, Otonaşi. Ben değişmeyecek bir çıkmazdayım, öyle değil mi?”

“Evet, o yüzden çaresizsin.”

“Ha! Esasında durum tam tersi Otonaşi! Eğer değişmeyeceksem, gelecek tekrarlardaki kendim için garanti verebilirim. Hatasız bir şekilde davranışlarını öngörebilirim! Hoşi’nin her anlatışında gelecek tekrarlardaki ben ona her seferinde inanacak, ve her seferinde yardım da edecek. Dostum Hoşi’yi terk ettiğim bir dünya yok. Dinle ve bunu iyi hatırla Otonaşi—”

Otonaşi'ye doğru işaret etti.

“—Kazuki Hoşino’yu düşmanın yaparsan, bir ölümsüze karşı savaş ilan etmiş olursun!”

Doğrusu duruşu hakkında 'katı' dışında herhangi bir şey söylenebilir. O baskı altında, blöf yapıyor ve elleri bile titriyor. Endişeli olduğu apaçık ortada. Havalı sözler ona o kadar az uyuyor ki, gülünmeyecek gibi değil—özellikle; genelde herkesin önünde şaklabanlık yaptığı için.

Ama sözleri kesinlikle içimi ısıttı.

Yani, sesinde azıcık bile şüphe yok. Her zamanki abartılı heyecanlı ses tonu da hiç yok. Haruaki tamamen ciddi bir şekilde konuşuyor.

“——”

Otonaşi O'nun değişken tavrından tabi ki o kadar telaşlanmadı. Ama hemen itiraz da etmedi. Keyifsizce, ağzını kısa bir süre kapalı tuttu.

“...Öyle bir konuşuyorsun ki sanki düşman benim. Bu Reddeden Sınıf’a seni sürükleyen kişinin Kazuki Hoşino olduğunun farkında değil misin?”

Otonaşi'nin sözleri kesin ve sertti. Haruaki her birinden darbe aldı, ama buna rağmen—

“Dostum hakkında böyle bir şey yüzünden şüphe duymam!”

Haruaki kararını değiştirmedi. Dehşete kapılmasına rağmen Otonaşi’den başka bir yere bakmayı bile reddetti.

Bu iyi değil. Yani, karşımızdaki Aya Otonaşi! Haruaki onu ebedi düşman olarak ilan ettiğinde ızdırap çekecek kişi o değil. Izdırap çekecek kişi Haruaki. Tekrar tekrar âşık olacağı kız ona sebepsizce nefretle davranacak. Bundan böyle, Haruaki her tekrarda ızdırap çekecek.

Buna kıyasla, o Haruaki’nin karşıtlığından dolayı hiç baskı hissetmeyecek.

Buna rağmen:

“İlgimi kaybettim.”

Gözlerini ilk kaçıran Otonaşi oldu. Bize sırtını döndü.

“Bir dahaki tekrar başladığında bütün yaptıklarınız anlamsız olacak zaten.”

Bu sözleri söyleyip ayrıldı.

Otonaşi dışında biri böyle bir şey söyleseydi, kulağa gurur yapıyormuş gibi gelirdi. Ama bu sözler ondan gelince, hiç gurur yapıyormuş gibi gelmiyor. Her şeyden önce, Otonaşi onu umursamıyor iken ona nasıl kaybedebilir ki?

Böylece, sadece düşüncelerini dile getirdi. Benimle gelecekte, daha avantajlı bir durumda uğraşmanın daha uygun olacağı sonucuna

vardı.

Otonaşi bizim için hiçbir şey hissetmiyor. Tabi ki bizden korkmuyor, ama bize kızgın da değil ve bizi hor da görmüyor.

Öyle ise acaba—neden?

Hayır, bu sadece hayal gücümün bir ürünü. Yanlış bir tahmin. Son derece yanlış bir anlaşılma. Ama buna rağmen, gerçekten, hakikaten, sadece bir anlığına—

O birazcık—üzgün gözükmüyor muydu?

“Hey… Hoşi,”

Haruaki hala Otonaşi'nin az önce çıktığı otomatik kapıya bakıyor.

“Sence ben öldürülecek miyim?”

Neredeyse yok be… diye neredeyse yanıt verecektim. Ama geçen sefer olanların kolaylıkla tekrarlanabileceğinin farkına vardım, ve sessiz kaldım.



Beklendiği gibi, 2,602. tekrarın 3 Mart gününde yağmur yağıyordu. Okula geçen seferkinden daha erken gidip kazanın gerçekleştiği yerden geçmekten kaçındım, ama bunun için yolumdan sapmam gerekti. Bunu Otonaşi'nin saldırısını engellemek için yaptım… veya, doğrusu, sadece o sahneyi tekrar görmek istemedim.

Sınıfa vardığımda Daiya'nın çoktan gelmiş olduğunu

gördüm. Beni gördüğünde yaklaştı.

“Bir şey mi var, Daiya?”

Nedense Daiya hemen cevap vermedi. Gözlerimin derinliklerine baktı. Her zamanki kadar hislerini saklamakta iyi, ama yine de bir şeylerin ters olduğunu anlayabiliyorum.

“......dün bahsettiğimiz kitap hakkında…”

Daiya ilgisizce konuşmaya dikkat etti. ‘Kitap’’tan bahsediyor, ama aslında konuştuğu şey ‘şu anki durumum’.

“Beni rahatsız eden bir şey var. Neden transfer öğrencisi kahraman gibi anılarını kaybetmiyor?”

Sorusunu cevaplayamıyorum, çünkü neden bunun konusunu açtığını bile bilmiyorum.

“Kahraman bile—Reddeden Sınıfı yaratan kişi—anılarını kaybediyor. Öyleyse transfer öğrencisinin özel bir güce sahip olduğunu varsaysak bile, önceki tekrarların anılarını otomatikman hatırlaması işine biraz fazla gelmiyor mu? Bence hem kahramanın hem transfer öğrencisinin aynı yöntemi kullanarak anılarını hatırlamaları daha uygun olur.”

“...haklı olabilirsin.”

Dediklerinin daha derindeki anlamını anlamadan ona katıldım. Belki de hala sözlerini bir ‘kitap’ senaryosu çerçevesi içerisinde kurduğu için tamamen anlayamıyorum.

“Kahraman, anılarını bir ceset gördüğü için hatırlayabildi, değil mi?”

“...Sanırım.”

“Ceset bir kamyon kazasının sonucuydu, değil mi? 2,601 defa aynı günü tekrar etmiş olan transfer öğrencisinin bu kamyondan haberi olmaması imkansız, değil mi? Transfer öğrencisinin kaza ile alakası varsa, bu şüphesiz kasıtlıdır. O yüzden ‘kahramanın arkadaşı’ ‘öldürüldü’ dedin.”

Kafamı salladım.

“Ama bu senaryo hakkında bir şey beni rahatsız etti.”

“Neden ki? Yanlışım mı var?”

“Hayır, hiç yok. Kahramana karşı şüphesiz etkili bir saldırı… ama sadece anılarını hatırlayacağını varsayarsak. Kahraman olan biteni hemen unutursa başarılı bir saldırının anlamı yok.”

“Ne demeye çalıştığını anlayamıyorum…”

“Transfer öğrencinin amacı kahramandan kutuyu çalmak, değil mi?”

“Evet.”

“Transfer öğrencisinin açısından düşünmeye çalış. Transfer öğrencisi sonunda aradığı kişiyi— kahramanı—buldu. Transfer öğrencisi sessiz kalabilirdi, ama açık açık durumu kahramana anlattı. Habersiz bir rakip mi, veya saldırı ardından tetikte olan bir rakip mi—kutuyu çalmak hangisinden daha kolay olur? Tabi ki habersiz olan rakip. Öyleyse sence neden transfer öğrencisi durumu kahramana anlattı?”

“Ehm… çünkü transfer öğrencisi, kahramanın unutacağını sandığı için mi?”

“Doğru. Fark etmeyeceği sonucuna vardı. Ona herhangi bir şey söylemesi muhtemelen kendisini boş boş eğlendirmenin bir yöntemiydi; buna ihmal da denilebilir.”

“Ama kaza sadece kasıtlı olarak gerçekleştirilebilir, değil mi? Öyleyse bu bana karşı yapılan bir saldırı olmalı…”

“Sanırım kasıtlıydı. Ama şöyle düşünmeye çalış: transfer öğrencisi kahramanın cesedi göreceğini öngöremedi.

Kısacası, kazanın amacı bana saldırmak değil miydi?

Sözleri üstünde tekrar kafa yordum.

“Ah—”

Aceleyle sınıfın etrafına baktım. Transfer öğrencisi—Aya Otonaşi—burada değildi. Kesin hala kaza yerindeydi.

“Olamaz… bu tamamen anormal!”

“Tabi ki. 2,602 tekrar’a ayak uydurmuş bir insanın aklının tamamen yerinde olması imkansız.”

Aya Otonaşi birini öldürmüştü.

Bunu bana saldırmak için değil, kendi anılarını hatırlamak için yaptı.

Hatırladım. Gerçekten hatırlamak istemedim, ama hatırladım. Bu kaza ilk defa 2,601 tekrar’da olmadı. Diğer 2,600 tekrar’ın her birinde gerçekleşmesine sebep olmuş olabilir.

Öyleyse ‘transfer’ olmak için insanları öldürmeye devam mı edecek?

Ben ise sessizce cinayetlerini gözlemlemeye mi mahkûmum?

Haruaki bu sefer tekrar öldürülecek mi?

“—Haruaki!”

“Hm? Bir şey mi var Hoşi?”

Haruaki az önce sınıfa girmişti ve kapının yanında duruyordu.

Bu ne demek? Hedef Haruaki değil mi?.. doğru, cesedin onun olması gerekmiyor, öyle değil mi?

“Neyse, kitabın hakkında yeterince konuştuk Kazu… Asıl konuya gelelim,” Daiya Haruaki’ye aldırmadan devam etti.

“Az önce bir kaza gerçekleşmiş.”

Daiya derin bir nefes alarak, “Aya Otonaşi’ye kamyon çarptı” dedi.

Ne—?

Haa, anladım.

Hedef kendisi bile olsa, umrunda değil.



4609. Defa[edit]

“Haruaki’ye kamyon çarptı.”



5232. Defa[edit]

“Kasumi Mogi’ye kamyon çarptı.”



27,753. Defa[edit]

Sınıfımız beden eğitimi dersinde futbol oynuyor.

Bense burun kanaması geçirdiğim için, Mogi'nin kucağında dinleniyorum.

Birden onun duygularını merak etmeye başladım. Acaba kucağında dinlenmeme izin vererek, birazcık da olsa, beni cezbetmeye mi çalışıyor?

En ufak bir fikrim yok—gizlice ona baktığımda her zamanki gibi ifadesiz.

“...Mogi.”

“Ne oldu?”

“Şu an ne düşünüyorsun?”

“He?”

Mogi başını yana eğdi, ama cevabı varmış gibi gözükmüyordu. Soruma tek tepkisi şaşkın bir bakış oldu.

Bunun üzerine düşünmeye başladım—partnerimin duygularını anlamak bu kadar zorsa, aşkımız gerçekten ilerleyebilir miydi?

Neden bu kadar zor bir kıza âşık oldum ki?

Hakikaten—ben ne ara ona âşık oldum?

Hatırlamaya çalıştım.

“...........Ha?”

“...Ne oldu?” Birden ses çıkartınca Mogi sordu.

“Y-Yok… yok bir şey!”

Suratım muhtemelen ‘bir şey yok’ işaretini vermiyordu. Mogi bunun farkında. Fakat bu konuda beni sorgulayacak sosyal becerisi olmadığı için, sessiz kalıp bir şey demekten kendini alıkoydu.

Mogi'yi uyarmadan kalktım.

“Ehm… sanırım burun kanamam durdu.”

“...hım.”

Konuşmamız bu yalın sözcüklerle bitti.

Neden gönüllü olarak böylesine güzel bir durumdan vazgeçtim ki? Böylesine bir keyfi bir daha asla bulma şansım olmayabilir.

Ama—bu imkansız.

Çünkü ne kadar çabalasam bile—hatırlayamıyorum.

Hatırlayamıyorum. Hatırlayamıyorum. Hatırlayamıyorum!.. Ona ne zaman âşık olduğumu hatırlayamıyorum!

Neden âşık oldum? Bunu ne tetikledi? Farkında olmadan mı ondan hoşlanıyordum veya, hiç özel bir durum olmadan?

Bunu bimem gerekir; nasıl unutmuş olabilirim, ama… ne kadar çabalasam da nafile, hatırlayamıyorum.

İlk görüşte aşk değildi, ve sınıf arkadaşı olmamız dışında hiçbir ortak yönümüz yok.

Ama buna rağmen, niye birden bire âşık oldum ki? Tamamen spontane gelişmiş bir aşk olamaz, değil m—

“—hadi canım…”

İnanması güç bile olsa, aklıma gelen tek şey buydu. Tamamen spontane gelişmiş bir aşk.

“Ne oldu? İyi misin?.. Hemşirenin yanına gidelim mi?”

Mogi teklifini her zamanki gibi sakince sundu. Benim için endişelendiği için gerçekten çok mutluydum. Basitçe mutlu. Bu duygu sahte değil.

“...Ben iyiyim. Sadece bir şey hakkında düşünüyordum.”

Kendime bunun bir hata mı olduğunu tekrar tekrar sordum. Ama ne kadar çok düşünsem bir o kadar doğru geliyor.

Ben Mogi'ye kapılmadım.

Ne zamana kadar? Doğru—

Düne kadar ona kapılmamıştım.

“—Oo, anlıyorum.”

Bahçenin ortasında öylece dikilen transfer öğrenci, Aya Otonaşi’ye baktım.

Benim Mogi'den hoşlanmamı sağlayan olay ne zamandı ki?

—Ah, bu çok basit. Dün değildi. Ama bugün baştan aşağı âşığım. Öyleyse ne zamandı?

Bu sadece dün ile bugün arasındaki bir zamanda mümkün olabilir.

Reddeden Sınıf içerisindeki 20,000’den fazla tekrar esnasında.

Ah, hatırladım. Sadece bir kısmını, ama belki de her zamankinden daha fazlasını. Yine de, bu sadece bir parçası, o yüzden anılarımın çoğu hala kayıp.

En değerli anımı kaybettim — Mogi'ye nasıl âşık olduğumu içeren. Ve bu anıma kesinlikle kavuşmayacağım. Mogi ile bir şey paylaşamam. Hakkında hiçbir şey yapamayacağım karşılıksız bir aşk bu, ne kadar zaman geçerse geçsin, sedece benim duygularım güçleniyor.

Hayır, bundan da öte. Reddeden Sınıf biter bitmez bu aşk da kaybolabilir. Demeye calıştığım, bu aşk Reddeden Sınıf’ın yokluğunda var olmamalı.

Garip. Gerçekten garip. Bu aşk yalan değil.

Ama yine de, bu aşk kutunun yokluğunda var olamayacak bir yalan mı?

Ani bir rüzgar esti. Mogi'nin eteğini kaldırdı. Acaba neden bu açık mavi külotu daha önce de görmüşüm gibi belirsiz bir hisse kapıldım?

Hayır, onu zaten gördüm.

Mogi'nin bugün açık mavi külot giydiğini biliyordum.

Aya Otonaşi’nin anılarını hatırlamak için Kasumi Mogi’yi herkesten fazla kez kurban ettiğini bildiğim gibi.

Bu yüzden, karar verdim—


Bu Reddeden Sınıf’ı korumaya.



Bu sefer, Aya Otonaşi bana yaklaşmadı.

Doğrusu, geçen tekrarda da aynı durum olmuş olabilirdi.Hafızam biraz karışık, ama bu durumun bir süredir devam ettiğini sanıyorum.

Aya Otonaşi öğle arasında tek başına yemek yiyor, elindeki sandviçi bıkkın bir şekilde çiğniyor.

Bu sefer ben ona yaklaştım.

Sadece bununla birlikte, kalbim hızlandı ve vücudum gerildi. Otonaşi'nin başkalarına koyduğu set devasa bir bariyer haline gelmişti, tek başına bile baskı yaratacak kadar güçlü bir bariyer.

“...Otonaşi.”

Kendimi hazırladım ve ona seslendim. Ama, Otonaşi bana dönüp bakmadı. Bu kadar yakındayken, beni duymamış olması imkansızdı, o yüzden devam ettim.

“Seninle konuşmam gereken birşey var.”

“Benim yok.”

Gözünü kırpmadan beni geri çevirdi.

“Otonaşi.”

Tepki yok. Yalnızca sandviçini gönülsüzce çiğnemeye devam ediyor.

Ne dersem diyeyim beni görmezden gelmeye kararlı gözüküyor. Öyleyse sadece beni görmezden gelmesini imkansız kılarım.

Biraz düşününce doğru fikir aklımda tetiklendi.

“...Maria.”

Ağzından gelen çiğneme sesleri kesildi.

“Seninle konuşmam gereken bir şey var.”

Hala bana bakmadı. Ama bir şey de söylemedi.

Sınıfın sesi kesildi. Sınıf arkadaşlarımız nefeslerini tutarak bize bakıyordu.

Otonaşi daha fazla dayanamadı ve iç çekti.

“O ismi söyleyeceğini hiç düşünmemiştim. Anlaşılan bu defa birçok şey hatırladın.”

“Evet, öyle—”

“Öyle bile olsa, seninle konuşacak bir şeyim yok.”

Tekrar sandviçini ilgisizce çiğnemeye başladı.

“Neden!”

Birden bağırmaya başlayınca sınıf arkadaşlarım bana odaklandı.

“Neden?! Yüzleşmen gereken insan ben değil miyim?! Öyleyse neden beni dinlemeye çalışmıyorsun?!”

“Neden diye mi soruyorsun?” benimle alay ediyor. “Gerçekten bilmiyor musun? Ha! Bir kez daha ne kadar aptalca davrandığına baksana. Asla kendin düşünmüyorsun. Neden böyle bir insanla muhatap olayım ki?”

“...Daha önce nasıl davrandığımı bilmiyorum.”

“Daha önce mi? Ne kadar aptalca bir düşünce. Şu an ne farkın var ki? Tıpkı eskisi gibisin!”

“Nasıl emin olabiliyorsun? Belki sana yardım teklif edeceğim. O durumda—”

“Doğrusu, fark etmiyor.”

Otonaşi sözümü bitirmeme izin vermeden bu sözleri söyledi.

Doğal olarak itiraz etmek üzereydim. Ama bu itirazım Otonaşi'nin sonraki cümlesiyle kayboldu.

“Çünkü bu teklifi sadece iki üç kere yapmadın.”

“He—?”

O kadar şaşırdım ki ağzım bir karış açık kaldı. Dudak bükerek, Otonaşi yarısı yenmiş sandviçini sardı ve konuşmaya başladı:

“Pekâlâ. Zamanımı çokça kez anlamsız şeylere harcamak zorunda kaldım zaten. Bu açıklamayı sana ikinci veya üçüncü sefer anlatmıyorum, ama yine de sana tekrar anlatacağım.”

Otonaşi kalktı ve yürümeye başladı.

Onu sessizce takip etmek dışında bir seçeneğim yok.



Her zamanki gibi, beni okul binasının arka tarafına götürdü. Ve her zamanki gibi, Otonaşi duvara yaslandı.

“Bunu baştan söyleyeceğim. Seninle muhabbet etmeyeceğim. Sen sadece salak gibi beni dinleyeceksin.”

“...Buna kendim de karar verebilirim.”

Biraz isyan etmek için böyle söyledim, ama Otonaşi bana sadece ters bir bakış attı.

“Hoşino, bunun kaçıncı tekrar olduğunu biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun. Bu 27,753. tekrar.”

O sayı çok fazla acayip.

“...özellike her tekrarı saydın mı?”

“Evet, çünkü tek bir sefer saymazsam, sayıyı doğrulamanın yolu olmaz. Bunu yapmayı unutursam, kendimi kaybederim. Bundan dolayı, hep sayı tutuyorum.”

Bilinmezliğe sürüklenirken ne kadar yol katettiğinin farkında olmak biraz rahatlatıcı doğrusu.

“Her şeyi defalarca tekrar ettim. Sana yaklaşmanın her türlü yolunu denedim. Henüz denemediğim bir şey hayal edemiyorum.”

“Bu yüzden mi benimle konuşmanın anlamsız olduğunu düşünüyorsun?”

“Evet.”

“Sana kutuyu vermem için ikna etmeye bile çalışmıyor musun?”

“Ondan çoktan vazgeçtim.”

“Niye ki? Bu tekrarların bir noktasında, seninle en az bir kere işbirliği yapmış olmalıyım.”

“Tabi ki de. Bana nefretle davrandığın tekrarlar da, benimle işbirliği yaptığın tekrarlar da oldu. Ama ne oldu biliyor musun? Fark etmiyor. Öyle ya da böyle, bana kutuyu asla vermedin.”

İşbirliği yaparken bile kutuyu vermedim mi?.. yani, belli ki öyle. Otonaşi kutuyu elde etseydi ‘şimdi’ burada olmazdım.

“Sadece doğrulamak için soruyorum: kutunun sahibinin ben olduğumdan eminsin, değil mi?”

“Sürekli içimde çekip çekiştirdiğim bir konu oldu bu. Ama vardığım sonuç hep aynı. Kazuki Hoşino, şüphesiz, kutunun sahibidir.”

“Neden öyle düşünüyorsun?”

“Düşündüğün kadar da şüpheli yok zaten. Tümüyle Açıklama yapmakta çok uzun sürer, o yüzden kısa keseceğim: var olan birkaç olası şüphelinin beni 27,753 tekrar boyunca kandırması imkansız. Sonuç olarak, bir tek sen kutunun sahibi olabilirsin. Ayrıca, Reddeden Sınıf'la doğrudan bağlantısı olmayan ve açıklanamayan bir kanıtımız var, değil mi?”

O haklıydı—daha önceden kutunun dağıtıcısıyla tanışmıştım — ’*’.

“Her şeye rağmen kutuyu asla çıkartmıyorsun. Daha doğrusu, çıkartamıyorsun. Seni daha 20.000 tekrar öncesinden sahip olarak gözüme kestirmiştim.”

“Yani vaz mı geçtin?”

Kutu'yu elde etmek için elinden geleni yapan Otonaşi vaz mı geçti?

“Vazgeçmedim. Sadece kutuyu elde edemiyorum. Cüzdanında olan bir bozuk para aradığını varsayalım, ama ne kadar evirip çevirsen de bulamıyorsun. Cüzdanın her yanına bakmak kolay. Yine de bozuk parayı bulamıyorsun. O durumda bozuk paranın olmadığını düşünmen gerekir. Aynen o şekilde, bu 27,753 tekrar içerisinde ‘Kazuki Hoşino’dan kutuyu elde edemiyorum’ sonucuna vardım.”

Otonaşi bir anlığına kaşlarını çattı ve ardından bana arkasını döndü.

“Pekâlâ, gösteri bitti. Hala bir şeyler söylemek istiyor musun?”

“...Evet! Başından beri o yüzden seninle konuşmak istiyordum.”

Söylemem gerekiyor.

Karar verdim. Ben reddeden Sınıf’ı korumaya karar verdim.

Mogi'yi defalarca öldüren Otonaşi'yi, kendime—

“ Otonaşi seni, hayır, Aya Otonaşi, seni kendime—”

“—düşman mı edeceksin?”

“—Ha?!”

Ona karşı koymak için yaptığım cesurca tavrımı öngördü ve hala, aldırışsız bir şekilde beni görmezden gelmeye çalışıyor.

Kalbimin derinliklerinde ne kadar kaskatı kesilip şoka uğramış olduğumu görünce, Otonaşi derin bir iç çekti. Bana doğru isteksizce döndü.

“Hoşino, hala anlamıyor musun? Seninle ne kadar zaman geçirdiğimi düşünüyorsun, aptal çocuk? Bu sadece sıkılacak kadar çok tekrarladığım başka bir versiyon. İşin özünü görmem imkansız değil, değil mi?”

“N-Ne—”

Böyle cesur bir hareketi zaten defalarca yapmış mıydım yani?

Neden her seferinde tamamen etkisizdi?

“Bu arada, sana bir şey daha söyleyeceğim. İnançların bana karşı çıkma kararına sebep olsa bile, ve her tekrar sırasında o anılarını hatırlamaya kalkışsan bile: eninde sonunda bana karşı koymaktan vazgeçeceğinden adım gibi eminim.”

“Ö-Öyle olma—”

Sonuçta, onun Mogi'yi öldürmesini kabullenmem; Mogi'ye karşı hislerimi silip atmayı seçtiğim anlamına gelirdi.

“Bana inanmıyor musun? Bana defalarca belirttiğin sebebi söylememi ister misin?”

Dudağımı ısırdım.

Otonaşi konuşmamızı bitmiş olarak kabul edip bana sırtını döndü.

“Değerlerin 20,000’den fazla tekrara sorunsuz olarak dayandı. Bunun için hakkını vermeliyim.”

Anında kafamı kaldırdım.

Az önce beni ‘takdir’ mi etti? Otonaşi mi?

“Bir dakika bekle.”

Ne olursa olsun, sormam gereken tek bir şey daha var.

Otonaşi kafasını bana doğru çevirdi.

“Kutuyu benden almaktan artık vazgeçtin, öyle değil mi?”

“Evet. Öyle dememiş miydim?”

“O zaman… bundan sonra ne yapmayı planlıyorsun?”

Otonaşi'nin ifadesinde hiç değişiklik yok. Gözlerini benden ayırmadan doğruca bana bakmaya devam etti.

Direkt bakışı, gözlerimi onun gözlerinden ayırmaya zorladı.

“Ah—”

O anda… Otonaşi başka da bir şey söylemeden alıp başını gitti.

Soruma cevap vermeden.



Otonaşi sınıfa geri dönmedi—belki de eve gitmiştir.

Beşinci dersim matematik. Formülleri şimdiye kadar defalarca görmeme rağmen hemen anlayamıyorum. Bunun yerine, ders boyunca Mogi'yi izliyorum.

Gerçekten Mogi'yi terk edecek miyim? Gerçekten ona olan hislerimi kendi rızamla içimden söküp atacak mıyım?

Hayır. Bu imkansız. Geçmişteki benin de ne düşündüğünün bi önemi yok.

Şu andaki ben Mogi'den vazgeçmeyecek. Önemli olan tek şey de bu.

Beşinci ders bitti.

Hemen Mogi'nin yanına gittim. Beni fark etti ve badem gözleriyle bana doğru baktı. Vücudum taş kesildi. Kalbim her zamanki ritmini kaybetti.

Sırf ona bakmaktan. Ona söylemek üzere olduğum şeyin gerçekten özel olduğunu kanıtlıyor bu.

Günlük hayatımda asla yapmayacağım bir hareket bu.

Ama elimde değil. Anılarımı hatırlamanın başka bir yolu aklıma gelmiyor.

Mogi'ye hislerimi itiraf etmekten başka bir yol aklıma gelmiyor.

“...Mogi.”

Sanırım şu an suratımda oldukça tuhaf bir ifade var. Mogi bana merakla baktı ve kafasını yana eğdi.

“Ehm, sana söylemek istediğim bir—”


‘Lütfen yarına kadar bekle.’


“—Ah”

Zihnimden bir görüntü geçti. Kafamda bir ses gelişigüzel tekrarlandı. O kadar açık ve net bir hisse kapıldım ki, gözlerime, kulaklarıma ve beynime biri sanki cam saplıyordu.

Göğsüm şiddetle zonkluyordu, sanki çekiçle biri vuruyormuş gibi.

H-Hayır—

Hatırlamak istemiyorum. Hatırlamak istemesem bile. O anıyı tekrar tekrar silip unutmak istesem bile, kaybolmuyor. Başka herhangi bir anıyı, anlamı ne olursa olsun, unutabilmeme rağmen, bu unutamayacağım tek anı.

Evet, doğru ya—

Çok uzun zaman önce—Mogi'ye olan duygularımı itiraf etmiştim.

“...Ne oldu?”

“.......Özür dilerim, yok bir şey.”

Aramıza biraz mesafe koydum. Mogi şüpheci bir tavırla kaşlarını kaldırdı ama bana daha da başka soru sormadı.

Yerime döndüm ve sıramın üstüne çöktüm.

“.......Anladım.”

Şimdi düşününce, barizdi. Ne de olsa, bu günü 20,000 defadan fazla tekrarladım.

Mogi'ye duygularımı itiraf ediyorum. Ama unutuyorum. O yüzden tekrar itiraf ediyorum. Ve tekrar unutuyorum. Reddeden Sınıf’a karşı koymak adına istemesem bile bu itirafı yaptım, tekrar tekrar, tekrar ve tekrar yapıp, ne kadar yaptıysam o kadar da unuttum.

Ve her defasında duymaktan en çok kaçındığım cevabı aldım.

Hep aynısı. Hep aynı cevap. Yani, değişmesine imkan yok. Mogi anılarını hatırlayamıyor, dolayısıyla cevabı da değişemez.

O cevap—

“Lütfen yarına kadar bekle.”

Berbat. O bahsettiğin yarın asla gelmeyecek.

Eşi benzeri olmayan bir azimle, normalde asla toparlayamayacağım cesaretimi toplayıp, gerilmiş sinirlerimin sınırına geldim artık— ama sonunda, samimi sözlerim tamamıyla uçup gitti. Ve ardından, sayısız defa itiraflarımı unutmuş olan Mogi ile iletişime geçmeye mahkumum.

...Anladım. Sadece geçersiz kılınmıyorlar.

Baştan beri hiçbir şey yok.

Bu dünya başından beri bomboş. İçerisindeki her şeyin geçersiz kılındığı bir dünyada değeri olan hiçbir şey yok. Güzel şeyler de, çirkin şeyler de, kıymetli şeyler de, yırtık pırtık şeyler de, sevilen şeyler de, nefret edilen şeylerde de aynı miktarda değer var.

Bu sebepten dolayı hiçbir şeyin varlığı yok. Sadece boşluk var.

Reddeden Sınıf’ın anlaşılmaz boşluğu.

Midem bulandı. Tiksinç bir ortamda nefes almaya mecbur bırakıldım. Ciğerlerimdeki havadan kurtulma isteğime rağmen, yapamıyorum, çünkü o zaman bir daha burada yaşamaya devam edemem. Nefes alıp vermeden yaşayamam. Ama bu boşluğu solumaya devam edersem, vücudum da boş olur. Bir sünger gibi içim de boş olur.

Ya da—benim için çoktan zaman geçti ve içim çoktan bomboş mu?

“Ne oldu Kazu? Kötü mü hissediyorsun?”

Tanıdık bir ses duyunca,vücudum hala sıranın üstünde yığılmış haldeyken kafamı kaldırdım. Kokone önümde duruyordu, yüzü asıktı.

“Beden eğitimi dersinde burun kanaması geçirdin, değil mi? Belki o yüzdendir? İyi hissetmiyorsan, belki de hemşirenin yanına gitmeliyiz?”

“Onun için endişelenmeye gerek yok Kiri. Kötü hissetmesinin nedeni burun kanamasından ziyade, üstünde yattığı kucaktan dolayı olduğuna bahse girerim,” dedi Daiya. Onu fark etmemiştim, ama herhâlde yakınlarda duruyordu.

“Kucak mı..?..He! Demek öyle! Ne yaaa, sadece sevdalıymış…”

Dedikten sonra sırıttı ve destekleyici bir tavırla sırtıma vurdu.

“Se-n! Sen sen! Bu senin için biraz sırnaşık değil mi? Lütfen aaaşk gibi yetişkin işlerine bulaşma.”

“O kadar basit bir cazibeden etkilenmek—gülünç.”

“H-Hayır! Ben hep sevd—”

Cümlemin ortasında kendimi durdurdum. Bu birkaç yönden hatalı bir cümle olurdu. Bir kere, Mogi- san’a olan hislerimi itiraf etmiş olurdum, ama ondan da öte—

“Efendim? Daha düne kadar Mogi için özel hislerin yoktu, öyle değil mi?”

—doğru olmazdı.

Aslına bakarsan, ben ona bugün âşık oldum. Hislerim bir anda ortaya çıkıverdi, en azından Daiya ve diğerleri açısından böyle görünüyor. Ve bu yüzden de kimse ona olan düşkünlüğümü bilmiyordu, davranışlarımın bunu açıkça belli etmesine rağmen.

“Hey hey, Daiya, anlaşılan bu herif Kasumi’ye olan karşılıksız aşkını ilan etti. Uhihi.”

Kokone sırıttı ve Daiya’yı dirseği ile dürttü.

“Evet. En iyi durumda bu bana biraz fazladan eğlence sağlar.”

“Uhehe… başkalarının aşkı gerçekten de eğlenceliymiş! Mm, mm. Merak etme, Ablan senin yanında. Sana tavsiye verir, yardım ederim! Hatta terk edilirsen seni teselli bile ederim! Ama başarılı olursan, seni öldürürüm, çünkü asabım bozulur.”

“Merak etme. İkisi çıkmaya başlarsa ben onun kalbini çalarım.”

“Ohaa, bu hoşuma gitti! Başkalarının talihsizliği ve karışık aşk ilişkileri! Muhteşem!”

O ikisi gerçekten çok acımasız, keyifsiz olduğumu görmezden geliyorlar.

Neyse ki XX burada değil. O olsaydı, fırsatı değerlendirip konuşmayı öyle bir yere—

“—Ha?”

“Hmm? Neyin var yine Kazu?”

“Hayır, sadece… Onun nerede olduğunu merak ediyordum. Bugün izinli mi?”

“Kimin hakkında konuşuyorsun?” diye sordu Daiya, şüpheli bir bakış atarak.

Tuhaf. Öyle dediğimde Daiya’nın kimden bahsettiğimi anlamasını beklerdim.

“Bilmiyor musun? Tabi ki de—”

—ehm, kim?

Ha? Bir dakika ya! Ben… Ben bu belirli kişinin ismini söylemek üzereydim. Öyleyse neden sırf ismini değil, yüzünü de unuttum?

“...Kazu? Bir şeyin mi var? Kimden bahsediyorsun?”

Kendimi kötü hissediyorum, sanki gırtlağımı yırtma isteği yaratan yarı sıvı ve sümüksü bir şey yutmuşum. Ama bu iğrenme hissine sahip olduğum için şanslıydım. Eğer tamamen yutkunup vücudumdan arındırsaydım, XX kaybolurdu.

“H-Hey… Kazu!”

Önemli değil. Hepsini hatırlayabiliyorum. O iğrenme hissi sayesinde hatırlayabiliyorum.

“—Haruaki.”

Değerli arkadaşımın ismi. Sonsuza kadar yanımda durmaya yemin eden dostum.

...Uçan kuştan medet umuyorum belki, ama yine de ümit ediyorum. Umuyorum ki, bir sebepten dolayı Haruaki'yi unutan tek kişi benimdir. Ama ben gerçekten de aptalım. O ümit—

“Hey Kazu. Şu ‘Haruaki’ de kimin nesi?”

—asla gerçekleşemezdi.

Bu sinir bozucu durum üzerine dişlerimi gıcırdattım. Daiya ve Kokone garip davranışıma yanıt niteliğinde kaşlarını çattılar.

İkisi de onu unutmuştu—oysa onun çocukluk arkadaşları olarak, onu benden çok daha uzun bir süredir tanıyorlardı.

Gerçeğin, "Haruaki'nin" burada var olmadığı düşüncesi bana saplandı, ve—

“Eve gidiyorum ben.”

—ölümcül bir yaraya sebep oldu.

Kalktım, çantamı aldım, ve onlara sırtımı dönüp sınıftan çıktım.

Burada daha fazla kalmaya dayanamam.

Haruaki neden burada değil?

Nedenini biliyorum. Haruaki’nin ‘reddedildiğini’ biliyorum.

Kim tarafından? Bu gayet belliydi. O kesinlikle Reddeden Sınıf’ın kahramanı tarafından ‘reddedildi’.

Tamamen yanılmışım. Reddeden Sınıf’ın günlük hayatın akışını koruyacağını düşünmüştüm. Ne kadar da saçma. İşlerin bu şekilde yürümesine imkan yok. Günlük hayata günlük hayat denir çünkü aralıksız devam eder. Bir nehrin akışını durdurursan eğer, çamur birikir ve nehri siyah renge boyar. Aynen öyle. Burada da tortu birikmişti işte.

Ah, anladım. Muhtemelen bu fenomene defalarca şahit olmuştum. Ne kadar tekrara dayansam da, hep bu gerçeğin tekrar farkına varıyorum. Ve ardından Aya Otonaşi’ye karşı koymamaya başlıyorum.

Aya Otonaşi Reddeden Sınıf’ı yok edecek.

Ve şu an bildiklerimle, neden onu durdurayım ki?

Zil çaldı. Sınıf arkadaşlarımın çoğu yerlerine dönmüş olmalı.

O yüzden sınıftan daha çıkmadan dönüp arkama baktım.

Boş bir sıra. Bir tane daha boş sıra. Bir tane daha boş sıra. Ve orada bir tane daha var. Ah… Ben zaten bunun farkına varmıştım, ama benden başka kimse bu kadar boş yeri sıra dışı bulmuyor.



Muhtemelen farkına varmıştım, ama kabullenmek istemediğim için yapmadım.

Aya Otonaşi benden kutuyu almanın imkansız olduğu sonucuna vardı.

Suçlunun kim olduğunu tespit edince Reddeden Sınıf’ı sonlandırmak kolay olmalıydı. O, kutuyu elde etmek için 20,000’den fazla tekrardan geçti.


Öyleyse… o ne yapmalı?


Belli değil mi?


Kamyon bana çarpınca kol ve bacaklarım etrafımda fırıl fırıl döndü. Kendi sağ bacağımın benden uzakta olması biraz gülünç bir durum.


“Demek ki burada bitiyor…”

‘Öldürüldüm’. Öldürülmeme izin verdim.

“27,753 anlamsız tekrar. Yani bu kadar zaman tamamen boş bir çabayla mı bitiyor? Kabul… Kabul etmeliyim ki ben bile yorulmaya başladım.”

Kesin konuşmak gerekirse, henüz ölmedim. Ama kanlar içinde yatarken, biliyorum: öleceğim. Kurtulamayacağım. Ve gerçekten onun tarafından öldürüldüm.

“Off..! Böylesine saçma miktarda zaman harcadım ve sonuca bak. Acizliğimden hiç şu anki kadar nefret etmemiştim..!” sesinde pişmanlık ile mırıldandı.

“...devam edelim. Kutuyu burada bulamadığıma göre, bir dahakine ararım artık.”

Aya Otonaşi’nin gözleri artık beni algılamıyor. Hayır, elbet o gözler beni baştan beri doğru düzgün algılamamıştı.

Baştan sona kadar Aya Otonaşi sadece içimdeki kutuya bakıyordu.

Bugün de ‘geçersiz’ ilan edilecek mi acaba? Hayır, edilmeyecek. Reddeden Sınıf denilen kutu benim vücudumda ise, öldüğümde o da parçalanır. Ve vücudum kamyon tarafından parçalandığı gibi, bu kutu da artık parçalandı.

Bu gün artık tekrarlanmayacak.

Ah, ne kadar gülünç. Reddeden Sınıf’ın sonunu getirecek tek şey buysa, o zaman ölüm de önceden belli olan tek şeydi. Yani, tabi ki bu boş. Bu dünya elbette—benim ölümümden sonraki hayatımdı.

Ama bununla birlikte, savaşımız artık sona erdi.

Hiç sürprizi olmayan tek taraflı bir savaştı, ama böylece burada sona erdi.

Evet… buna inanıyorsun, öyle değil mi? Otonaşi?

Sana acıyorum. Gerçekten acıyorum, Otonaşi!

Sanıyorum ki beni görmezden gelmeye devam ettiğinden kaynaklanıyor. Diğer türlü böyle bir hata yapmazdın.

O yüzden bu kadar zaman harcadın.

Dinle, Otonaşi. Biraz düşünsen anlaması kolay. Benim gibi sıradan bir insanın kahraman olmasının imkanı yok.

Bunu ona söylemek istedim, ama artık bunu yapamıyorum. Ağzımı bile oynatamıyorum.

Bilincim kayboldu. Öldüm.

Bu—hiçbir şeyi sonlandırmadı.






Ara[edit]

Sadece rüyalarımda hatırlayabildiğim bir ortamdayım.

Kutuyu ondan kabul etmiştim.

“Lütfen, içiniz rahat olsun! Genellikle bunun gibi durumların bir hilesi olur, ama bunda hiç yok; Ne sen değerli olan bir şeyini kaybedeceksin, ne de ruhun çalınacak. Anlarsın ya, öyle acıklı sonuçların sebebi kutunun doğasından değil, kutuyu kullanan insanın doğasından kaynaklanıyor. Eğer doğru kullanırsan, hiçbir tehdit olmadan dileğin gerçekleşir.”

Eğer doğru kullanırsan

Doğru kullanmak gerçekten o kadar kolay mı? Bilmiyorum, ama bir kutuyu kullanmak biraz tehlikeli olsa da, olağanüstü bir durum. Piyangoyu kazanmak gibi. Her an hayatını apansız gelen servetinle mahvetme ihtimalin var. Ama normalde buna aldırmazsın, değil mi?

Öyleyse, kim bu kutuyu reddeder ki?

“—Ne yaptığını düşünüyorsun?”

Çünkü burada bu kutuyu iade etmeyi tercih eden biri var.

“Kendini her nedense geri mi tutuyorsun? Yoksa—benden korkuyor musun?”

Elbette bu meselelerin hepsi hakkında endişeliyim.

Ama kutuyu geri çevirmemin esas sebebi başka. Sadece ihtiyacım yok.

Anlayacağın, tek dileğim günlük hayatımın devam etmesi. bu hedefime de zaten kutuya ihtiyacım olmadan sahiptim.

Fazladan bir milyon yen için çabalamayan bir milyarder gibiyim. Tabi ki değerinin farkındayım. Buna rağmen, böylesine gizemli birisinden kutuyu kabul etmeme gerek yok.

Doğru. Ben kutuyu reddettim.

Böylece—

Günlük hayatımın devam etmesi için sürekli tekrarlayan bir dünya dilediysem bile, suçlunun ben olmasının bir yolu yok.



27,753. Defa[edit]

*hart* *hart* *hart* *hart*—

Bu ses de neyin nesi? İçimden geliyor, ve de öyle, öyle hafif bir ses ki, neredeyse fark edemiyordum—ama göz ardı etmek ölümcül bir hata olurdu.

*hart* *hart* *hart* *hart*—

Üstümde küçücük bir törpü kullanılıyor. Nerede? Yani, ses içimden geliyor, bu demek oluyor ki; İçim parçalanıyor.

*hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart*—

Kulaklarımı tıkama ihtiyacı duydum, çünkü ses muazzam miktarda gürültülü geldi bana—oysa ki öyle değil—ama böyle yapmam nasılsa sesi daha da gürültülü bir hale getirdi. Ah, tabi doğru ya. Dışarıdaki uğultuyu engellersem tabi ki de içimden gelen sesi daha iyi duyarım. Yani kulaklarımı bile tıkayamıyorum. Kendi bilenme sesimden asla kaçamayacağım.

Ve acıyor. Doğranmak her zaman acıtır. Eminim ki kalbin kirpi balığına dönüşmesi aynı böyle bir his—aralıksız karıncalanma şeklinde ağrı. Bu suçluluk duygusu mu? Düşündüğümden daha inatçı çıktı; Oysa kaybedeceğim ilk duygunun suçluluk duygusu olacağına adım gibi emindim.

*hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart* *hart*—

Doğranıyorum.

Kalbim.

Ben.

Ah, bu devam ederse, vücudum şeklini kaybedip, odun yongaları gibi ufalanacak.

Hayır... Artık—çok geç. Çoktan küçücük parçalar haline geldim.

Bu 20,000 tekrardan sonra, algımı yitirdim. Bunun farkındayım.

Bu can sıkıntısına katlanamadım ve kalbimi kaybettim.

Başkalarıyla doğru düzgün iletişime bile geçemiyorum artık.

Bu dünya beni reddediyor.

Yani, tabi ki de eder. Baştan beri, ben buraya hiç ait olmamıştım ki. Kendimi zorla içine attım.

Onların sınıfı beni sürekli reddediyor.

Nasıl kurtulabileceğimi biliyorum.

Ama öyle yapmayı seçmeyeceğim.

Çünkü—dileğim henüz gerçekleşmedi.

...Ha? Ama ben çoktan küçücük parçalar haline geldim.

Öyleyse neden geriye kalan tek şey dileğim? Bunun olması mümkün mü? Dileğim kalbimle birlikte parçalandı. Kanıt olaraktan—

—Hatırlayamıyorum onu.

“—ahaha”

Farkında olmadan gülmeye başladım. Doğru, hatırlayamıyorum. Ahaha, hatırlayamıyorum. Dileğim neydi ki benim? Hadi ama, hatırlamama izin ver! Ahaha bırak şaka yapmayı! Bu tekrarların sonsuz işkencesine ne diye katlandım ki o zaman? Sadece gülebiliyorum. Sadece gülebilsem de...aah, gerçekten nasıl gülündüğünü uzun zaman önce çoktan unuttum, o yüzden duygusuzca güldüm.

Madem öyle—her şeye son vereyim.

Son derece basit bir sonuç. Bunu düşünmek niye bu kadar çok zamanımı aldı ki?

Onu sadece öldürmem gerekiyor. Doğru, onu sadece öldürmem gerekiyor. Sadece Kazuki Hoşino’yu öldürmem gerekiyor. Sonuçta, bu ızdırabın kaynağı O. O'nu öldürerek kurtulabileceksem, O'nu çabucak öldürmem gerek sadece.

Ama her nedense biliyorum.

Bir zamanlar benim ‘dileğim’ olan bu ‘prangalar’ beni asla serbest bırakmayacak.



27,754. Defa[edit]

HakoMari - TR -27,754. Defa.jpg


Vücudum hızla dondu ve kayboldu. Benim de kaybolmam gerekirdi, ama her zamanki gibi gözlerimi açtım. Çoktan dağılması gereken dondurucu soğuğa dayanamayınca, yatağın üzerinde kendimi sardım ve titremeye başladım.

Öldürülmüştüm.

Bir tekrarın 2 Mart’ında.

Doğru, ben ölsem bile, Reddeden Sınıf değişmeden devam eder. Bunun farkına vardıktan sonra, gerçekten boş hissetmeye başladım. İçimdeki donukluk yakında eriyecekmiş gibi durmuyor.

Burada daha fazla kalmaya dayanamam, o yüzden düzgün bir kahvaltı etmeden okula gitmek için her zamankinden erken çıkıyorum.

Tanıdık bulutlu gökyüzünü görebiliyorum. Yarın yağmur yağacak. Acaba ben en son ne zaman güneşi gördüm?

Sınıfta kimse yok. Yani, doğal tabi, bir saat erken geldiğim için.

Aklıma birden bir soru geldi. Neden ısrarla sınıfımı tekrar tekrar ziyaret ediyorum ki? Reddeden Sınıf’ın tekrarlandığına defalarca şahit oldum; şu anda bile farkındayım. Öyleyse bu tekrara direnmek için okula gitmekten kaçınamaz mıyım?

Hayır… Gideceğim! Evet, yine de gideceğim. Sağlığım yerindeyse, okula giderim. Bu benim günlük hayatım. Bunu değiştirmeyi hayal bile edemem. Bedeli ne olursa olsun sürdüreceğim bir eylem; günlük hayatımın düzenini korumak. Benim biricik ve tek inancım.

Ha, anlıyorum. Hala burada olmamın sebebi bu olabilir. Durumun temelindeki mantığı hiç anlamıyorum ama yalnızca hissettiğim bu.

Sınıfta yapayalnız kalsam da.

“——”

Sınıfın ortasına hareket ettim. Ayakkabılarımı çıkartmadan birinin sırasına çıktım. İçimden özür dilemeye çalıştım, ama kimin sırası üstünde durduğumu hatırlamaya çalışınca, kişinin ismini veya yüzünü hatırlayamadım. Şimdi bile, gerçekten üzgünüm.

Etrafa bakındım. Sıranın üstünde durunca bir değişikliği tetiklemeyi beklemiyordum, ama loş sınıfta kimse yoktu.

Sınıfta bir kişi bile yoktu.

Sınıfta bir kişi bile yoktu.

“......Hm, biraz üşüdüm.”

Ellerimle bedenimi sardım.

Sınıfın kapısı hafif bir sesle açıldı. İçeri giren kişi beni anında sırasının üzerinde dururken gördü ve kaşlarını çattı.

“...Orada ne işin var Kazu?”

Daiya bana rahatsız olmuş bir bakış attı.

Bu basit, rutin etkileşimden sonra, suratım gevşedi.

“......Ah, gerçekten, içim rahatladı,” diye mırıldandım, ve sıranın üstünden indim. Daiya kaşları çatık bir şekilde beni izlemeye devam etti. “Biliyor musun Daiya, seni görmek beni gerçekten sakinleştiriyor.”

“Ne kadar… şanslısın.”

“Sonuçta, sen kesinlikle gerçek Daiya’sın.”

“...hey Kazu. Uzun zamandan beridir ilk defa, insanoğluna karşı korku hissediyorum.”

“Ama biliyor musun, sen gerçek Daiya olsan bile, bu dünya sadece sahte bir günlük hayat. Seninle hiçbir şey paylaşamam. Sıradaki Daiya şu anki beni tanımayacak. Sanki televizyonun dışında kalan taraf gibiyim. Tek taraflı bir ilişki. O durumda burada gerçekten olduğunu söyleyebilir miyim?”

O yüzden burada kimse yok.

—Kimse mi?

“Aa—”

Hayır, bu doğru değildi.

Burada başka biri daha vardı.

Benimle aynı anıları paylaşabilecek başka biri daha. Anılarımı hatırlamaya devam ettiğim sürece kaçamayacak bir insan vardı.

Hee, anladım. Bunca zaman boyunca sadece ikimiz vardık bu Reddeden Sınıf’ın içinde. Hep birbirimizin yanındaydık, kaçamayan ve kaçmaya da çaba sarf etmeyen ikimiz, bu sınıf kadar küçük, küçücük alana hapsedilmiştik. Ama bana sürekli düşman muamelesi yaptığı için bunu fark edememiştim.

Kendi sırama oturdum.

Onun sırası benimkinin yanında.

...İnanamıyorum. O'nun oraya oturmasını düşünmek bile beni biraz sakinleştirdi—beni öldüren kişi olmasına rağmen.



Bunun yüzünden mi?

Peki... peki neyin yüzünden? Bunun ne anlama geldiğini anlamıyorum. Kendi hislerimi anlayamıyorum, ama vücut ısım daha da düşmeye devam ediyor. Süratle. Hayır, daha da kötü. Vücudum içten soğuktu zaten, ama şimdi donuyor, sızlıyor, ve mutlak sıfıra erişip tamamen kaskatı kesiliyor.

“Adım Aya Otonaşi. Tanıştığımıza memnun oldum.”

‘Transfer Öğrenci’ neredeyse gerçek bir transfer öğrenci gibi davrandı ve hafifçe gülümsedi, utanmış gibiydi.

“.......Nasıl yani?”

Bu durumun ne anlama geldiğini anlayamamıştım.

Hayır, doğrusu, anlamıştım.

“Etkilenmiyor değilim; hatta herhangi birisi kadar etkileniyorum Reddeden Sınıf’tan. Teslim olup anılarımı saklamaya çalışmasam, hemen kapılırdım. Bu sonsuz tekrar içerisinde anlamsızca yaşardım. Teslim olmak kafanda dengede tuttuğun bir bardağı dökmek kadar kolay olurdu.”

—kafamda önceden sadece bir defa duyduğum bir ses tekrarlandı.


Orada duran kıza baktım. Görünüşünü gözden geçirdim, ve neticede onun O olduğu sonucuna vardım, ama hala buna inanamıyorum.

O—Aya Otonaşi mi?

Bu imkansız. Sonuçta, onun vazgeçmesinin imkanı yoktu.

Evet, 20,000 ‘Okul Transferi’ boyunca takip ettiği kişinin suçlu olmadığını, ve sonuç olarak şimdiye kadar yaptığı her şeyin nafile olduğunun farkına varsa bile—onun vazgeçmesinin imkanı yoktu. Öyle bir şey olamazdı! Vazgeçmesi gibi bir durum olamazdı!

Öyle bir durum—ona yakışmazdı.

Sınıf mevcudumuz insanlar ‘reddedildiği’ için yarılanmıştı. Buna rağmen, kalanların hepsi ona soru sorup duruyordu.O da basitçe ama düzgün bir şekilde cevap veriyordu. Her zamanki gibi soğukkanlı davranışlarıyla onları geri çevirmedi.

O adeta… gerçek bir transfer öğrenci gibi davranıyordu.

Bu sahne mümkün olmamalı, öyleyse sahte olmalı. Bir yalan. Herkes sadece bir yalan. Her şey birer yalan. Öyleyse… Aya Otonaşi de mi yalan?

—Etmeyeceğim,

—Etmeyeceğim,

“Buna müsaade etmeyeceğim!”

Diğer herkes buna müsaade etse bile, ben etmeyeceğim.

Sahte Aya Otonaşi’ye izin vermeyeceğim.

“...hayrola Hoşino?” Dedi Kokubo-sensei. Ancak o an ayağa kalktığımın farkına vardım.

Mogi'ye gözümün kenarından baktım. Sınıf arkadaşlarımın bakışları, onunki de dahil olmak üzere, benim üzerimdeydi. Ama beklediğim gibi, o ifadesiz suratın arkasında ne düşünceler dolaştığını tahmin edemiyordum.

Birazdan yapacaklarım hakkında düşüncelerini sorsam kesinlikle cevap vermezdi. Bu sınıf içerisinde beraber uzun bir zaman geçirmiştik. Buna rağmen, ilişkimiz çıkmaza girmişti.

İlişkimizin sırf sınıf arkadaşlığından daha da öteye gitmesi için yarının gelmesi gerekiyor.

Doğru, Mogi burada değil.

Burada kimse yok.

O yüzden… bıktım usandım artık.

Tuhaf davranışlarımı zaten unutacak olan sınıf arkadaşlarımı terk ettim.

Sadece Otonaşi'ye baktım. Üzerinde durduğu platforma doğru yürüdüm.

Birazdan yapacağım şey Mogi'ye itiraf etme girişimlerim kadar sıradışı bir şeydi.

Otonaşi'nin önünde durdum.

Otonaşi rahatsız olduğunu belirten hareketlerde bulunmadı, ve beni gözleriyle uzun uzun süzdü. İfadesine acayip sinirlendim, çünkü beni ilk defa gördüğünü ima ediyordu.

“Hey, neyin var Hoşino?”

Kokubo-sensei’nin sesi görünürde sakindi, ama altında yatan rahatsızlığı duyabiliyorum. Sınıf arkadaşlarım da benzer sorular soruyordur.

Hepsini görmezden geldim ve Otonaşi'nin önünde diz çöktüm. Başımı eğdim ve elimi uzattım.

“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu Otonaşi. Bana normalde hitap ettiğinden tamamen farklı, tamamen kibar bir konuşma türüyle hitap etti.

“Sizlerle[1] tanışmaya geldim.”

Madem öyle, ben de kibar konuşurum!

“...ne diyorsunuz?”

“Sizlerle tanışmaya geldim, leydim Maria. İsmim Hathaway, tüm diğerlerine ihanet edip ebedi düşmanlıklarını almama sebep olmuş olsam da, bir tek sizi korumaya söz vermiş biriyim.”

Etrafımızdaki insanlardan gelen uğultu inanılmaz bir hız ile kaybolmaya başladı. Evet, işte böyle. Otonaşi'yi geri almak için ilk adım, ona bu insanların gerçekte var olmadığını fark ettirmekti. O açıdan sessizlikleri oldukça faydalı olmalıydı.

Başımı kaldırmadan, Aya Otonaşi’nin elimi tutmasını bekledim. Ellerimizin buluşup dansımızın başlamasını kıpırdamadan bekledim.

Ama işler o şekilde yürümedi.

Otonaşi elimi tutmadı.

Onun yerine, donuk bir ses ile bir köşeye yığıldım.

“...iğrençsin.”

Başımı eğdiğim için nasıl bir saldırının hedefi oldum bilmiyordum. Ama yerdeki pozisyonumdan yukarı bakınca, sağ taraftan diz attığının farkına vardım.

Ah, doğru. Tamamen anlaşılabilir bir durum. Neden bana elini uzatmak gibi saf bir düşünceye aldanmıştım ki?

“—Hah”

Şüphesiz, o gerçekten ‘Aya Otonaşi’ ise, bana elini uzatacak kadar nazik olması imkansızdı.

“Ha, hahaha…”

Otonaşi, belli ki daha fazla dayanamadı ve gülmeye başladı. Bu duruma çok samimi bir şekilde sevinmiş gibi görünüyordu, Muhtemelen şu 20,000 tekrar boyunca görmediğim bir samimiyetle.

Hala yerdeydim ve başım ağrıyordu, ama onu öyle görünce derin bir "oh" çektim.

“Beni epey beklettin, öyle değil mi sevgili Hathaway? Kaşıktan fazlasını zar zor kaldıran narin bir bayanı, bu kadar uzun bir süre bekletmeye cüret edebildiğine hayret ettim. Beni savaş meydanında 27,753 defa terk edeceğini asla düşünmezdim!”

Otonaşi bana doğru eğildi ve elini uzattı.

Elimi tuttu ve beni güçlüce çekerek birdenbire ayağa kaldırdı.

Evet, işte böyle.

Aya Otonaşi’nin böyle davranması gerekir.

“...ama bu sayede pek çetin olmuşsun.”

Otonaşi şaşırıp gözlerini fal taşı gibi açtı. Ardından tekrar hafifçe gülümsedi.

“Hathaway—sen, ise, pek bir tatlı dilli olmuşsun.”

Bu sözlerle birlikte, bir an bile elimi bırakmadan, Otonaşi beni arkasından çekip sınıftan çıktı.

İlk derse aldırmadan. Öğretmene aldırmadan. Öğrencilere aldırmadan. Hiçbir şeye aldırmadan. Terk ettiğim herkese ve her şeye aldırmadan sınıftan çıktık.



Beni sınıftan dışarı sürükledikten sonra Otonaşi, iri bir motosikletin arkasına oturtup beni, kaskımı taktırdı. Daha önceden böyle korkutucu hızlarla tecrübem hiç yoktu, ve onun şaşırtıcı derecede ince beline tutunurken titreyen bir sesle ehliyeti olup olmadığını sordum. (Yani, şaşkınlığımın sebebi kız olduğu için değil, ama onun kafamdaki imajı aşırı temkinli ve azimli oluşu.) Soruma dobra dobra “Tabi ki de hayır,” cevabıyla yanıt verdi.

“Bütün bu ‘Okul Transfer’’lerinden dolayı çok fazla boş zamanım vardı, ben de bu beceriyi edindim. Zamanımı oldukça verimli bir şekilde kullanıyorum, sence de öyle değil mi?”

Kabul etmeliyim ki hiç de fena motosiklet sürmüyor.

Başka beceriler de edindin mi diye sorduğumda: “Tabii ki” diye yanıt verdı. Araba sürebilmesini bekliyordum, ama onun dışında birkaç dövüş sanatı, birkaç spor, fazladan birkaç dil, birkaç enstrüman çalmayı bilmesi… Liste uzadıkça uzuyor. Reddeden Sınıf’ın kısıtlamaları içerisinde yapabileceği hemen hemen her şeyi denemişti. Ama üniversite girişi için yapılan Ulusal Merkezi Sınav'da neredeyse tam puan yapabilecek gibi duran Otonaşi, “Yani, bunların çoğunu "Okul Transfer"lerinden önce de biliyordum zaten,” diye de itiraf etti.

Temel yetenekleri yüksek standartta olabilirdi, ama o 27,754 tekrar içerisinde harcadığı zaman daha feci. Tam hesaplayamıyorum, ama yaklaşık 76 seneye, veya bir insan ömrüne eşdeğer bir zaman eder. Biraz daha üstünde düşününce, hayatta geçirdiği süre beni hayrete düşürdü.

“Hey, Otonaşi. Benimle aynı yaştasın, değil mi?”

Muhtemelen bu düşünce dizisinden dolayı, Otonaşi'nin fiziksel yaşını merak etmiştim.

“...hayır, değilim.”

“He? O zaman kaç yaşındasın?”

“Bunun bi önemi yok, öyle değil mi?” Otonaşi biraz huysuz bir şekilde cevap verdi. Acaba bu onun için hassas bir konu mu? Yani, bayanlara yaş sormanın kaba bir davranış olduğunu duymuştum ama… öyleyse bunun geçerli olması kadar büyük müydü yaşı?

Biraz daha düşününce, benimle aynı yıldaki birinin bu kadar olgun olabilmesinin imkanı yoktu. Yalnızca Reddeden Sınıf’a girebilmek adına elverişli olduğu için sınıf arkadaşım olmayı seçti. Belki de okul üniformasını cosplay[2] niyetine giyebilecek bir yaştadır?

“Hoşino, eğer terbiyesiz düşüncelere kapıldıysan, seni motosikletten atarım.”

Motosiklet sürerken ve bana bakmadan beni suçüstü yakalamak. Bu kız zehir gibi!

“Bu arada, ‘Okul Transfer’’leri esnasında motosiklet sürmeyi öğrendin, değil mi? Öyleyse bu senin motorun değil, değil mi? Kimin bu? Babanın mı?”

Motosikletler hakkında çok bilgim yok, ama bu bir kız için üretilmişe benzemiyordu.

“Bilmem.”

“...he?”

“Sence de anahtarları içinde olan bir motoru, bir evin önünde yapayalnız bırakmak çok dikkatsizce değil mi?

Yani, ben de öyle düşünüyorum, ama, bir dakika, ne? O zaman…

“Ayrıca, zincirin yapımı kötüydü ve sıradan aletlerle kolaylıkla kesiliverdi. Her ‘transfer’’imde aynı şey. Yani, o kısmı söylemeye gerek yok.”

Daha fazla detay istemeyelim. Cehalet saadettir. Evet, ne dediği hakkında en ufak fikrim yok.

“Ama diyelim ki, anılarını kaybettin, o zaman araba sürme kabiliyetini ve edindiğin diğer yetenek ve bilgilerin hepsini kaybedersin, değil mi?”

Öyle bir durum gerçekten yazık olurdu.

“.......”

Otonaşi yanıt vermedi.

“Otonaşi?”

Hala cevap vermedi. Acaba—

“Sen de mi yazık olacağını düşünüyorsun?”

Acaba bütün o bilgiyi ve yetenekleri sırf boş zamanını geçirmek için öğrenmemiş miydi? Otonaşi gibi biri bile edindiği o kadar yeteneği kaybettiğine pişman olurdu, o sebepten dolayı anılarını kaybetmek istemiyordu. Ben öyle düşünüyorum.

Bu ‘pişmanlık’ duygusunu üretmek için, sürekli yeni kabiliyetler ediniyordu.

Bu da bana bir şey hatırlattı—

Biraz geç olmasına rağmen, merak etmeye başladım.

—Otonaşi acaba neden bütün anılarını kaybetmiş gibi davranmıştı?


En sonunda, beni çevredeki en pahalı görünen otele götürdü. Beş yıldızlı bir yer olmamasına rağmen, sıradan bir lise öğrencisinin parasının yeteceği bir yer olmadığı besbelliydi. Otonaşi tecrübesiyle kolayca kaydı yaptı, bizi odaya yönlendirmeye kalkan komiyi geri çevirdi, ve kararlı adımlarla ilerledi.

Odaya girdikten sonra, Otonaşi derhal kanepeye oturdu.

Kaliteli bir otelde bulunmanın vermiş olduğu tedirginliği bastırarak yatağın üstünde oturdum… esasında, bir otel odasında, bir kızla tek olmak normalde oldukça baş döndürücü bir durum olurdu. Ama Otonaşi ile aramızda hiç cinsel gerginlik hissetmediğime çok şaşırdım. Onunla birlikte olmak fazla gerçeküstü geliyordu.

“Amma zenginsin Otonaşi. En azından, o izlenimi alıyorum.”

“Zengin olup olmamam önemsiz. Tekrar ‘transfer’ olduğumda para zaten geri dönecek.”

“...şimdi söyleyince, o da doğru ya. Öyleyse bakkaldaki bütün Umaibo’ları alabilirim. Harika!”

“Şu an onun önemi yok. Öyle küçük şeyler hakkında konuşmak için gelmedik buraya, değil mi?”

“D-Doğru. Tam olarak ne hakkında konuşmak istiyorsun?”

“İleride ne eylemlerde bulunacağımızı. Sonuçta, suçlunun senin olmadığını öğrendikten sonra bütün dikkatimi kaybettim.”

“Çok özür dilerim.”

“Alay etmeyi kes.”

Ama alay etmiyordum…

“Ama, yani, gerçek suçluyu bulmak yapabileceğimiz en iyi eylem değil mi? Dediklerimi yanlış anlama; o kadar basit olmadığını biliyorum, ama benimle olan meşguliyetinden kurtulduğun için daha iyi durumda değil misin?”

“...Hoşino. Ben 27,754 ‘Okul Transfer’’inden geçtim. Bunun farkında mısın?”

“...ne demek istiyorsun?”

“Sana geçen sefer de söyledim, değil mi? Suçluluğuna dair ne kadar çok emin olduysam bile, başka kimseden şüphelenmiyor değildim. Boş sayfa ile başka şüphelilerle de iletişime geçmeye çalıştım… tabi, seni suçlu ile karıştırdığıma göre bir miktar ihmalkar davrandım galiba.”

“Ama benim dışımda olası bir suçlu bulamadın, değil mi?”

“Evet. Hatırlatırım ki şu an 27,754. tekrardayız. Bu demek oluyor ki kutunun sahibi kişiliğini başarılı bir şekilde çok uzun bir süredir saklıyor.”

“Ehm, kendini fazla belli ettiğin için seni fark etmiş olamaz mı?”

“Benden temkinli olsa bile, bu imkansız olurdu. 27,754 tekrar içerisindeki zamandan bahsediyoruz farkındaysan? Yoksa sahip, gerçek yüzünü o kadar uzun süre saklayabilecek kadar cesur ve dahi biri mi sence? Yani, açıkçası onu henüz bulamadım. Off… sahip bu sınıfa giren biri olmalı, öyleyse niye kim olduğunu tespit edemiyorum?"

“...bir dakika. Sahip bu sınıfa giren biri olmalı dediğinde ne demek istedin? Sahip sınıf arkadaşlarımızdan biri mi olmak zorunda?”

Geçen tekrarda, Otonaşi'nin bana çok fazla şüpheli olmadığının sözünü ettiğini hatırladım.

“Hayır. Her seferinde sınıf 1-6’ya gelen başka sınıflardan öğrenciler ve öğretmenler de şüpheli. Reddeden Sınıf’ın menzili, ismi ifade ettiği gibi, sadece sınıf 1-6’yı içeriyor. Sadece 2 ve 3 Mart’ta sınıf 1-6’ya giren kişiler bu fenomenle gerçekten alakalı.”

……? Ama, şu bir gerçek ki sınıftan çıkıp birçok farklı insanı da gördüm.

“Yüzünün ifadesi anlamadığını ima ediyor Hoşino. Bak, zamanı geri döndürmenin mümkün olduğunu düşünüyor musun?

“He..?”

Ne demek istiyor? ‘Hayır’ dersem Reddeden Sınıf’ın temel kavramı tutarlı olmaz, değil mi?

“...ama kutunun yaptığı şey o değil mi?”

“Sanırım öyle. Kutu bunu mümkün kılar. Ama sana senin fikrini soruyorum. Bu kutunun zamanı geri alma gücüne tamamen inanabilir misin? Öyle bir fenomen mümkün olsa bile yapabilir misin?”

Otonaşi'nin ne demeye çalıştığına dair en küçük fikrim yok.

“Bence—”

O sebepten dolayı niyetini sorgulamadan samimice cevap verdim.

“—bir şey bir kere oldu mu, geri alınamaz.”

Ben bile hayatımda sayısız kez ‘Keşke zamanı geri döndürebilsem’ diye düşündüm. Ama bir zaman makinesi var olsa bile, zaman yolculuğuna gerçekten inanamazdım. Geçmişe yolculuk yapsam bile muhtemelen inanmazdım, en azından geçmişte olduğuma dair kesin kanıt elde edene kadar. Ve o durumda bile, kabul etmeyebilirdim.

Bu doğru cevap mıydı bilmiyorum, ama Otonaşi “Hmm” yaparak başını salladı.

“Düşüncen gayet normal. Ve anlaşılan, Reddeden Sınıf’ın yaratıcısı da seninle aynı şekilde düşünüyor.”

“...ne demek istiyorsun?”

“Söz konusu dileği tamamen gerçekleştiren bir kutu. En küçük ayrıntısına kadar. Kusursuzca. Başka bir deyişle—suçlunun zamanda geri dönmekle alakalı bütün kuşkuları, ve dileği ile ilgili diğer her şey somutlaşır. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?”

“Ehm…”

Zamanı geri döndürmeyi istemek, ama buna inanamamak. O inancın eksikliği dileğin şeklini saptırır. Anladım.

“Ama sen tekrar tekrar zamanda geri dönmedin mi?”

“Hoşino. Bu fenomeni tek bir kere bile ‘geçmişe yolculuk’ olarak nitelendirdim mi?”

Onunla ilgili anılarımın çoğunu kaybettiğim için bunu bilmemin imkanı yoktu.

“Basit bir şekilde ifade edelim: Reddeden Sınıf zamanı geri alma dileğinden doğduysa, kötü tasarlanmış. Hayır, düpedüz kusurlu.”

“O halde niye 20,000’den fazla tekrardan geçtin?”

“Kusurlu olmasının kanıtı bu değil mi işte? Zaman kusursuz bir şekilde geri döndürülseydi, anılarımın şans eseri bu fenomenden hariç tutulmasının imkanı olmazdı. Bunun yanında, bu tekrarlar o kadar kusursuz olsaydı, ben nasıl ‘Transfer Öğrenci’ olarak sızabilirdim?”

Bana kötü kötü baktı.

“Sen olduğuna göre, ‘Otonaşi için, her şey mümkün,’ gibi basit bir düşünceye kapılıp o noktadan sonrasını düşünmemişsindir.”

Tamamen haklı olduğu için itiraz edemedim.

“Kısacası tek yaptığım şey, kutunun içine girmekti. Örneğin, ‘transfer öğrenci’ olmaya karar vermedim. Suçlunun rolleri paylaştırırken bana verdiği bir konum bu. Reddeden Sınıf’ın sahnesi sınıf 1-6, öyleyse ani girişimi açıklamanın en doğal yolu buydu; ne de olsa, neredeyse aynı yaştayız. Suçlunun denge hissi doğallığı korudu.”

“......?”

Otonaşi'nin ne dediğini dair hiçbir fikrim yoktu. Doğallığı korumanın ne gereği vardı ki?

“Neden tamamen anlama özürlüsün ki… her neyse, basitçe anlatmak gerekirse—Reddeden Sınıf’ın suçlunun yönetmenliğini yaptığı bir sinema filmi olduğunu varsayalım. Çekimler bittiğine göre, sadece düzeltmeler kaldı. Ama yapım şirketi filmde gözükmesi gereken yeni bir aktör olduğu konusunda ısrar ediyor. Artık başka verilecek rol kalmadı. Ama kendisine de rol verilmemiş, ekranda başıboş dikilen fazladan bir aktörü çekmek de akıl kârı değil; ki o artık film olmaz. Onun yerine yönetmen, senaryoda o kişnin rol alabilmesini sağlayacak ufak bir değişiklik yapar. ‘Doğallığı bozmamak’’tan kastım buydu.”

“Kısacası içeri sızmanı engelleyemediği için seni bir şekilde dahil etmesi gerekti. Ayrıca okulda yaşadığımız 2 Mart gününü korumak amacıyla seni aniden gelen bir "transfer öğrenci" yaptı, öyle mi ?”

“Evet. Yalnızca bu durumun bile Reddeden Sınıf'ta bir hata olduğunu hissettirmesi gerekir. Her ufak detayı anlatmak fazla sıkıcı, o yüzden lafı dolandırmayacağım. Burası ne ‘gerçek’, ne de gerçek bir tekrar. Sadece küçük, ayrı bir ‘mekan’. Suçlu, bunun gerçek bir zaman döngüsü olduğunu sandığı sürece devam edecek ahmakça bir dilek sadece.”

“Hmm… o yüzden mi tekrarlar kusursuz değil?”

“Aynen öyle. Zamanı geri döndürmenin mümkün olmadığını düşünen suçlu, onun yerine zamanın ilerlemesine izin vermiyor. Zamanı reddetmeyi seçiyor. Suçlunun sadece kendisini kandırmaya devam etmesi gerekiyor.”

“Bu kusur sayesinde mi anılarımızı hatırlayabiliyoruz?”

“Sanırım. Anılarımızı hatırlayabilmemizin sebepleri farklı olabilir, ama Reddeden Sınıf’ta bir hata olduğu kesin.”

Ama hala anlayamadığım bir şey vardı.

“Sonuç olarak, Otonaşi, sen kimsin?”

Otonaşi kaşlarını çattı. Belki de bu, kaçınmak istediği bir soruydu.

“Ah, hayır… istemiyorsan söylemek zorunda değilsin…”

Yine de, kaşları hala çatık bir şekilde, Şunları dedi:

“Konumum için havalı bir unvan yok. Ben sadece bir öğrenciyim… demek isterdim, ama bu sadece bir sene öncesine kadar geçerliydi… Bakış açım, ha? Hiç çıkıp ifade etmemiştim, ama doğru ya, ifade etmenin tek bir şekli var. Ben—”

Otonaşi, burnunu büküp sıradaki sözlerini kızgın bir şekilde etti.

“—aslında bir kutuyum.”

“Aslında bir kutu musun? Ne demek istiyorsun?”

Sözlerini hala anlamamış olduğum için onu tekrarlatınca, Otonaşi kaşlarını daha da çattı.

“Sana detayları anlatmanın türlü türlü sakıncaları var, o yüzden sana söyleyemem.”

Söyledikleri beni tatmin etmemişti, ve anlaşılan surat ifademden bunu anladı. Otonaşi bana baktıktan sonra, konuşmaya devam etti:

“Ama sana şu kadarını söyleyeceğim: bir kutu elde edip kullandım.”

“He—!!”

“Ve dileğim hala gerçekleşiyor.”

Otonaşi bir kutuya mı sahipti?

“Buna rağmen kutu aramamın nedenini merak ediyorsun, değil mi? Pekâlâ, bilmene izin vereceğim. Dileğim kesinlikle gerçekleşti. Ama aynı zamanda, her şeyimi kaybettim.”

“...her şeyi mi?”

“Ailemi, arkadaşlarımı, sınıf arkadaşlarımı, akrabalarımı, öğretmenlerimi, komşularımı—dileğim yüzünden bana yakın olan herkesi kaybettim. Benimle alakadar olan kimse… burada değil artık.”

Dilim tutulmuştu.

“Bu bir tür… şaka değil, değil mi? Söylediklerinde ciddi misin ?”

O her şeyini kaybetmişti. Kaybedecek başka bir şeyi kalmamıştı. Belki de o yüzden Otonaşi bu kadar pervasız ve korkusuz olabiliyordu.

Her neyse, öyle bir durumu dilemek, lanet olsun, kutudan nasıl bir dilek istedi o öyle?

“Kutuyu yok etmek mümkün değil mi? Dilek o şekilde geçerliliğini yitirmez mi?”

“Hoşino,” Otonaşi tepkili kuşkuma, uyarıcı bir tonla yanıt verdi: “kutu benim dileğimi gerçekleştiriyor. Anlıyor musun? Bu konu hakkında daha fazla konuşturtma beni.”

Doğru. Otonaşi'nin bunu kendi başına düşünmemiş olması imkansızdı. Bu demek oluyordu ki:

Kutu ondan her şeyi almıştı. Ama buna rağmen—Otonaşi dileğini terk etmek istemiyordu.

Sessizleştiğimde, Otonaşi tekrar konuşmanın önderliğini yaptı.

“Benim dileğim ve Reddeden Sınıf’ın sahibinin dileği bir arada var olamaz. Onun dileği o şekilde yaratıldı. O yüzden ben içeri sızınca birbirlerini reddettiler ve bana yapılan müdahale azaldı. Ama bu sadece dirençte bir ‘azalma’. Başka bir deyişle, Reddeden Sınıf’ın etkilerinden ben de muaf tutuluyor değilim.. Ben bile etkisinin boyutundan bihaberim. Teslim olsam, Reddeden Sınıf beni de yakalardı… sana uzun bir zaman önce söylediğim gibi, ha?”

Durum böyleyse sahip, Otonaşi hakkında ne düşünüyordu? En azından, varlığından memnun olmasının ihtimali azdı.

“Artık durumu biraz daha iyi anlayabiliyor olmalısın, öyleyse asıl konumuza geri döneceğim. Sanırım Reddeden Sınıf’ı elde edip kullanmak artık mümkün değil. Bu kutu artık sahip tarafından kullanıldı, o yüzden Reddeden Sınıf’ı sonlandırmak da mümkün.”

“Peki onu nasıl yapabiliriz?”

“Sahibi parçalayıp kutuyu çıkararak. Bunun dışında, kutuyu sahibiyle birlikte yok ederek. O kadar. Bir başka seçenek ise… onu bulmak olabilir, kutunun dağıtıcısı, çünkü onun bir şey yapabilme ihtimali var. Ama o kutunun içerisinde olmayacaktır, o yüzden bu uygulanabilir bir seçenek gibi gözükmüyor.”

Kutunun dağıtıcısı mı?

Ona onun hakkında sormak üzereyken—durdum.

Daha önceden tanışmış olmam gereken “*”’yu hatırlamıyorum, hatırlamak da istemiyorum.

“.......öyleyse suçluyu bulmazsak hiçbir şey olmaz, değil mi?”

“Ha? Hiçbir şey olmaz diyorsun, ha? Dolaylı olarak buraya kadar konuşmamızın anlamsız, yararsız, ve zaman kaybı olduğunun şikayetini ettin az önce, değil mi? Amma yüzsüzsün.”

“H-Hayır! Sadece doğrulamaya çalışıyordum…”

“Hıh, Sahip olduğun bilgi ve dehanın benim çözemediğim bir sorunu çözebileceğini düşünüyorsun demek? Eminim yorum yapma sebebin aklında bir fikrin olduğu içindi, değil mi?”

“Off…”

Ürktüm. Fikrim olması imkansızdı.

“Daha alakalı konulara dönelim—bunu bilseydim, sahibin benden kaçınmasının imkanı olmazdı. Ama, doğru… diğer ölümlerin aksine, Reddeden Sınıf içerisinde sahibin ölümü affedilmeyecektir. Örneğin, ben Reddeden Sınıf içerisinde sayısız defalarca öldüm, ama hala buradayım ve kutumu da kaybetmiş değilim.”

“Ama sahip farklı?”

“Evet, aynen öyle. Sahip ve kutu doğrudan bağlı. Sahip öldüğü an, Reddeden Sınıf da yok olacaktır. Bu kesinlikle doğru olmalı, çünkü benzer bir durum biliyorum. Sahip öldüğü an kutu kırılacak, ve aynı anda da Reddeden Sınıf’ın özellikleri yok olacak, ardından gerçek ölüm kavramı tekrar yerine gelecek.”

“Peki bu olursa gerçekten ölmüş mü olacak..?”

“Aynen öyle.”

“Öyleyse suçlunun benim olmadığını varsayabiliriz. Ayrıca, sen de belli ki suçlu değilsin.”

“Yani, evet.”

Öyleyse Mogi da suçlu olamazdı. Yani, Mogi de o kazaya kurban olmuştu.

“Hey, sınıf arkadaşlarımızın birkaçı kayboldu, değil mi? Bunun kutu içerisindeki ölümlerle alakası var mı hiç?”

“...kesin bir şey diyemem, ama bir bağı olmaması gerekir. Neden olduğunu hala bilmiyorum, ama muhtemelen Reddeden Sınıf’ın başka bir özelliği.”

—dur!

Birden farkına vardım—suçluyu tespit etmenin kolay bir yolu vardı.

Aynı anda, sarardığımı hissettim. Ne düşünüyorum ben böyle ? Bu fazla ahlaksız. Ama, ama—

Aya Otonaşi. O yapabilirdi.

Ona söylememeliydim. Ama Otonaşi niye bu yöntemin farkında değil? Fark etmemesinin imkanı yoktu. Ama kullanmadı. Bu demektir ki… Bu demek oluyordu ki—?

“Hoşino.”

Bana seslendiğinde bütün vücudum seğirtti[3].

“Ne geçiyor aklından? Sahibi bulmanın yolunu bulmamışsındır elbet—”

Vücudum tekrar seğirtti.

“—o zaman gerçekten de bir şey buldun mu Hoşino?”

“Aa, hayır—”

“Saklamanın yararı yok. Seninle birlikte ne kadar zaman geçirdiğimi biliyor musun sen? Dünyadaki herkesten çok ben takip ettim seni. Gönülsüzce, ama yine de…”

Bunun farkındaydım. Bir şey sakladığımı herhangi biri anlayabilirdi.

“——”

Ama bunu ona rahatlıkla söyleyebilmemin hiçbir yolu yok.

“Hoşino. Çok sabırlı olmadığımın senin bile farkında olman gerekir.”

Rastgele bir yalana inanmayacaktı. Sorudan kaçınsam bile, sonunda yöntemi ağzımdan kaçırıverecektim.

Ama buna rağmen—

“Hoşino!!”

Otonaşi beni yakamdan tuttu. Ah, ne kadar da acı verici. O ciddiydi. Yani, tabi ki ciddiydi. Sonuçta, kutuyu elde etmek için 20,000’den fazla tekrara katlandı.

“Söyle bana!! Söyle bana şu yöntemi!!”

Ona söylersem kesinlikle pişman olacağım. Ama böyle bir durumda gerçekten sessiz kalabilir miydim?

“...sadece bütün sınıf arkadaşlarımızı öldürmen gerekiyor.”

O yüzden ona söyledim.

Çok basitti. En az bir defa ölen herkesi liste dışına alırsan, o zaman çok kolay. Şüpheli olan herkesi öldürmen gerekiyor sadece. Bu basit, ve şeytani bir çözümdü.

Ama burada ölen insanlar yeniden diriliyordu.

Endişe edecek hiçbir şey yoktu. Asla öyle bir planı yerine getiremezdim, ama Otonaşi'nin yapabileceğinden eminim.

Ne de olsa, anılarını hatırlayabilmek için cesetler üretti.

Ama bu plan gerçekten onun aklına gelmemiş miydi? Neden suçlunun peşine düşmek, ve anılarını hatırlamak için insanları öldürmeyi düşünmemişti? Ve bu son derece etkili yöntemi düşündüyse, neden yerine getirmemişti? Tek ihtiyacı yaklaşık 40 tekrar olurdu.

Cevap vermedi.

Hiçbir tepki göstermedi.

Yavaşça onun yüzüne baktım.

Otonaşi beni hala yakamdan tutuyor ve gözlerini kırpmadan, bana tip tip bakıyordu.

“O—”

Otonaşi ellerini yakamdan sessizce geri çekti.

“O—kabul edilebilir bir yöntem değil.”

“...he?”

“Yaşayan bir insana rızası olmadan tıbbi deney uygulamak gibi olurdu bu. Tabi ki insanlara nasıl etki ettiğini öğrenmek için bir insanı kullanmanın en etkili yoludur bu. Ama öyle bir eylem kabul edilemez, ve bir yöntem olarak da reddedilmeli”

Tek bir anlığına bile başka bir yere bakmadan Otonaşi bu sözleri kısık bir sesle söyledi.

“Nedenini bilmek ister misin? Söylemeye gerek bile yok: öyle bir şey yapmak insanlığa sığmaz. Biri öyle bir şey yaptığı an, insan değildir artık… evet, ne de olsa, ben bir kutuyum. Bundan dolayı mı? Bundan dolayı mı bana—”

Otonaşi'nin gözleri şüphesiz nefretle doluydu.

“—bana insanlık dışı muamele yapıyorsun!?”

Ah, elbette, yorumlarımı öyle algıladıysa, öfkelenirdi tabii. Düşüncesiz bir şekilde konuştuğumu fark ettim.

Ama yine de anlamadım.

“Fakat anılarını hatırlamak adına insanlar öldürmedin mi?”

“.......ne diyorsun sen?”

Otonaşi sözlerime dayanamamış gibiydi, ve bana keskin bir bakış attı.

“...d-dediğim gibi, anılarını hatırlamak için derin etki yaratan olaylara sebep olmadın mı?”

“Bana hakaret etmeyi kes artık—!! Sana şimdi anlatmadım mı?! Reddeden Sınıf’a direnebilmemin tek sebebi benim de kutu olmam!”

Ah, doğru ya. Anılarını ceset üreterek ve cesetlere tanık olmakla hatırlamak sadece Daiya’nın temelsiz teorisiydi.

Ama buna rağmen, hareketlerini hala kavrayamıyorum.

“O yüz de neyin nesi? Söyleyeceğin bir şey şey varsa hadi söyle!!”

Otonaşi beni tekrar yakamdan tuttu ve kaşlarını çatıp bana baktı, ama bu sefer, bende kaşlarımı çattım.

Evet… kendimi hazırlamamıştım. Ona kaşlarımı çatmanın ne anlama geldiğini düşünmemiştim; benim için yapması çok zor bir eylemdi.

Tamamen onun kontrolü altındaydım. Ve bunun farkında olduğum için, ona bu şekilde direniyordum.

Ama incecik bağımızı koparan bir şey söyledim.

“O zaman neden beni öldürdün?!!”

Ve onunla daha fazla konuşabilme şansımı kaybettim.



O sözler geri dönüşü olmayan bir şekilde ilişkimizi bozdu.

Otonaşi benimle konuşmaya son verdi, ve bana karşı herhangi bir ifade kullanmamaya başladı. Hepten. Otonaşi'nin önümde o şekilde durmasıyla, ben de etkisiz kaldım tabii. Sonunda, oteli terk etmekten başka bir seçeneğim kalmamıştı.

Otelin yakınlarında oyalandım, ama bu da aptalca direnişimin bir ifadesiydi. Amaçsızca zamanı geçirdim. ‘Ödünç alıp’ geldiğimiz motora göz attım ve çekip gittim. Bakkala gittim. Pet şişede çay aldım. Azar azar içtim. Şişe boşaldı. Ne içtiğimi hiç hatırlayamadığımı fark ettim.

Bu son olabilirdi.

Otonaşi'nin aksine, ben anılarımı hatırlayabilir miyim emin değilim. Beni planlarına gerekli birisi olarak görmezse; her şeyi unutur, ve ne olduğunu anlamadan Reddeden Sınıf’tan atılırım. Malum kişi[4] gibi ben de yok olurdum o zaman.

Yolumun üstünde hiçbir ses duyamıyordum—ne sokak lambası vardı, ne de renk.

Sanki bunların hepsini yapan kişi henüz vakit ayırıp detayları bitirememişti.

Boş şişeyi ağzıma dayadım. Bir şey içiyormuş gibi davranmasam yutulacakmışım hissine kapıldım. Ney tarafından yutulacaktım? Hiçbir fikrim yok.

Birden bire, sessiz yolda en sevdiğim sanatçının müziği çalmaya başladı. Ne?.. he, anladım. Telefonumdu… telefonum mu? Yani biri beni mi arıyordu? Doğru. Doğru! Ona verdiğimi hatırlamıyordum. Otonaşi'ye telefon numaramı verdiğimi hatırlamıyorum, ama başka bir dünyada vermiş olabilirim!

Üniformamın cebinden cep telefonumu çıkarttım.

Telefon ekranında ‘Kokone Kirino’ ismi yazılıydı.

Gökyüzüne baktım. Sanki her şey yolunda gidecekti. Ama birkaç olağanüstü beklentiye sahip olabilmeliyim, değil mi?

Nefesimi daha düzgün bir şekilde alıp vermeye başladıktan sonra telefonu açtım.

“Aa, merhaba… Kazu.”

Sesinden her zamanki hissi almadım, ama belki de sorun bendeydi. Ya da Kokone telefon üzerinde hep böyle mi davranırdı? Samimi olabiliriz ama onunla daha önceden telefon üzerinden nadiren konuştum.

“Aa, ehm—”

Bu konuşmayı öngörebileceğim içime doğdu.

Ah, hayır, olacakları kesinlikle biliyordum. Şu an sadece detayları hatırlayamıyordum.

“Kısa süreliğine uğrayabilir misin? Benimle nerede buluşacağını söyleyeyim.”

Sırada ne vardı? Bu durum nasıl gelişiyordu ya?

“Sana söylemem gereken bir şey var, Kazu.”



  1. Burada abartılı, tiyatro dili ile konuşuyor.
  2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Cosplay
  3. Bkz: Kas seğirmesi
  4. Hoşino'dan bahsediyor.



3,087. Defa[edit]

Büyük bir Umaibō hayranıyımdır, ama buna rağmen Teriyaki Burger tadındakileri pek sevmem.

Onun evinin hemen yanındaki ıssız parktaydım. Bana verdiği Umaibō’yu çiğnerken su çeşmesinin önünde birbirimizin yüzüne bakıyorduk.

“...Nasıl tadı?”

“......Hm, ehm, sevmediğim bir çeşit değil, ama yani…”

“...Umaibō hakkında… konuşmuyorum.”

Bunu biliyorum. Ama yani, nasıl cevap vermeliyim?

“...Ee, benimle çıkar mısın?

Heyecanlanmaktan kaçınacak kadar yeterli tecrübem yoktu aşk işlerinde.

Ama o da en az benim kadar heyecanlı olmalıydı. En azından, onu hiç böyle görmemiştim.

Belki bu sabah bana bahsettiği yeni rimelden kaynaklanıyordu, ama gözleri her zamankinden daha da büyük gözüküyordu. Ve o gözler bana doğrudan bakıyordu… öyle bir bakışı kaldırabilmemin imkanı yok.

Ne desem bilemiyorum, ama sessiz de kalamazdım, o yüzden ağzımı açtım.

“Yani… bana âşık mısın?”

Gözümün önünde yüzü kıpkırmızı oldu.

“...bel...ki”

“Belki mi?”

Düşünmeden onun yanıtını tekrarladım.

“.......Ö-Öyle bir soru sormak çok kaba değil mi? Cevabımı zaten biliyorsun, değil mi?.. Y- Yoksa söylememi mi istiyorsun?”

“Aa..!”

Sonunda duyarsızlığımın farkına vardım ve kafamı utançtan eğdim.

“Özür... dilerim.”

Tepkisel olarak özür diledim. Bana mahcup gözlerle bakıp mırıldandı.

“.......Seni seviyorum.”

Sonra dikilip bunu yüzüme söyledi.

“...Seni seviyorum.”

Yüzü şaşırtıcı derecede şirin olduğu için gözlerimi başka yöne çevirmekten kendimi alıkoyamıyordum. Kalbim kesinlikle daha hızlı atıyordu—sırf bu sevgi gösterisinden dolayı.

Bence çok şirin gözüküyor.

Kişiliği neşeli, ve insanlar sürekli etrafında toplanıyor.

Ona birçok erkeğin itiraf ettiğini de biliyordum, ama hepsini reddetmişti.

Onunla çıkmak harika olurdu elbette.

Ama—

“Özür dilerim.”

Ama ona böyle bir cevap verdim—o kadar açık olmam beni bile şaşırtmıştı.

Onu geri çevirmenin gerçekten de yazık olduğunu biliyordum, ama ikimizi birlikte hayal edemedim bir türlü. Her nedense, bu fikir gerçekçi gelmiyordu.

Gözlerindeki beklenti kayboldu ve yerini gözyaşları aldı. Suçun tamamının bana ait olduğunu bilmeme rağmen, ona doğrudan bakamadım.

Hiçbir şey söyleyemedim, çünkü söyleyebileceğim tek şeyin ‘özür dilerim’ olacağından emindim.

“.......baya bir tereddüt ettin, değil mi?”

Mırıldanmasına yanıt olarak kafamı salladım.

“...hey… sen Umaibō seviyordun, değil mi?”

Alakası olmayan sözler. Tekrar kafamı salladım.

“Ama Teriyaki Burger tadını o kadar sevmiyorsun, öyle mi?”

“...evet.”

“Hangi tadı en çok seviyorsun?”

“Ehm… Mısır Çorbası herhalde?”

Neden Umaibō hakkında konuştuğuna dair hiçbir fikrim yoktu, ama yine de sakar bir şekilde cevap verdim.

“Anladım. Mhm, Mhm…”

Tekrar tekrar kafasını salladı.

“Ahaha… başarısızdım o zaman.”

Söyledikleri tamamıyla önemsiz gibi gelmişti, ama her nedense, sözleri içimi ürpertti. Kötü düzenlenmiş bir video izliyormuş gibi tüyleri ürpertici bir hisse kapıldım.

Başını kaldırıp bana baktıktan sonra, “Başka bir yol deneseydim, teklifimi kabul etmiş olabilir miydin?” diye sordu.

Bilmiyorum—belki? Ne de olsa, şimdiden tereddüt ediyorum… Hayır, bu doğru değil—biliyorum.

Onu kesinlikle reddederdim.

Ona tekrar tekrar aynı cevabı verirdim, ta ki bir şey değişene kadar, veya bir dış etken değişene kadar.

Bugün olduğu sürece, kendimi onunla birlikteyken hayal edemezdim. Öyleyse, bugün olduğu sürece, onun itirafını kabul etmemin ihtimali yok.

“Suratın bilmediğini söylüyor.”

Verebilecek bir yanıtım yok.

Ama o bunu ‘evet’ olarak kabul edip sevimli sevimli gülümsedi.

“Aa, tamam. Öyleyse başarana kadar itiraf etmeye devam etmem gerekiyor, değil mi?”

Bu iyi bir fikir olabilir. En azından hislerini reddettiğim için biraz sorumluluk alabilirim.

Ama yine de—itiraf etmek için başka bir günü beklemen gerekiyor, biliyorsun.




27,754. Defa[edit]

Otonaşi ile olan ilişkimin tamamen bitmesi üzerine birden Kokone’den arama gelince hiç halim kalmadı muhtemelen. ...Esasında sadece mazeret uyduruyorum.

Tamamen unutmuştum.

Bu kavşakta kesinlikle bir kaza olacak.

Ben güvendeyim. Kavşağa yaklaşınca içgüdüsel olarak bir defasında orada ölürken o yaşadığım muazzam şoku hatırladım. O yüzden kendi emniyetimi sağlamakta sıkıntı yaşamam.

Ama bu kabul edilebilir bir durum değil. Sonuçta, bu demek oluyor ki başka biri bu kaçınılmaz kazada ezilecek.

Unutmuştum. Ve bu yüzden, o kişiyi kurtarmak için çok geç kalmıştım. Birinin ezileceğini bilmeme rağmen, durdurmadım. ‘Çünkü unutmuştum’ demek bir mazeret olarak sayılamazdı.

Berbat biriyim. Sanki o kişiyi kendim öldürmüştüm.

Kasumi Mogi orada.

Sevdiğim kız orada.

Her zamanki gibi, kamyon aşırı bir hızla ona doğru ilerlemekte.

Şuan durduğum yerden onu kurtaramam. Ne kadar hiç düşünmeden onu kurtarmaya çalışsam da, bu kadar uzaktayken başarabilmemin imkanı yok.

O kanlar içinde kalacak. Sevdiğim kız kanlar içinde kalacak. Sevdiğim kız benim yüzümden kanlar içinde kalacak. Sevdiğim kız kanlar içinde kalmaya devam edecekti, tekrar ve tekrar, ve benim yüzümden, tekrar ve tekrar, çünkü ben de buna göz yumuyorum, tekrar ve de tekrar.

“U-UAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAH!!”

Kamyona doğru koştum. Mogi'yi kurtarmak için mi koşuyorum? Hayır. Kesinlikle hayır. Suçluluk duymayı sürdüremem ve bir şeyler yapma hissini tatmak istiyorum ben. Bu sadece kendimi tatmin etmek için.

Berbat. Ben ne kadar berbat biriyim böyle?

Ve ardından gördüm.

“He…?”

Kurtarılma şansı olmadığını düşündüğüm kız itilerek kurtulmuştu.

Ben yapmamıştım.

Ona zamanında yetişmek için fazla uzaktaydım.

Öyleyse, onu kurtarabilecek tek bir kişi vardı.

Anılarımı terk edip onu unutmuşum gibi davrandığım zaman bile savaşmaya devam eden kız.

Kendini kurtarmaya zamanı kalmamasına rağmen.

Ama yine de, o—

—Aya Otonaşi ortaya atıldı.

Ah, doğru. Hatırladım.

Bu sahneye sayısız defa şahit olmuştum.

Bunların hepsi zaten tekrarlanacak. Birini kurtarmış olduğu gerçeği bile. Geriye tek kalacak şey, ölürken çektiği azabın anısı. Ölümle karşılaşmanın korkusu. Bu tecrübeyi tekrardan yaşayacağını bilmekten kaynaklanan keder.

Ama buna rağmen, Aya Otonaşi kamyonun önüne atıldı. Başka birini ezilmekten kurtarmak için.

Tekrar tekrar. Binlerce defa.

Doğru ya.

Nasıl unutmuş olabilirdim?

Şiddetli bir çarpma sesi vardı, ama kamyon duvarı içerden devasa bir gürültüyle kırarak geçti. Sesten hala kulaklarım çınlarken bir şekilde Otonaşi'ye yaklaştım. Mogi yanında uzanıyordu, tamamen donuk bir vaziyette. Anlaşılan çok büyük bir şok yaşamıştı.

Otonaşi'ye baktım.

Sol bacağı ters yönde bükülmüştü.

Kan ter ile kaplıydı, ama öyle bir kararlılıkla konuşuyordu ki sanki hiç yaralanmamıştı.

“Geçen sefer, seni öldürdüm.”

Onun için konuşmak ızdıraplı olmalıydı, ama sesi çok netti.

“Her şeyin sahibini öldürünce biteceğini düşünmüştüm. Yapmak istemedim. Ama zamanında Reddeden Sınıf’tan kurtulmanın tek yolun o olduğuna inanıyordum. İnsanlığımdan vazgeçmeye hazırdım. Kabul etmek istemiyorum ama o dönemde benim için bir mahsuru yoktu. Reddeden Sınıf’tan kurtulduğumda utancımın da sıfırlanıp yok olacağını düşünmüştüm.”

Otonaşi'nin bu tekrarın başında niye her şeyi unutmuş numarası yaptığını sonunda anlamıştım.

Kendini affedememişti.

O kazada öldüğümde ölümüme kayıtsız kaldığı için.

Öyleysine pişmandı ki Reddeden Sınıf’ı ve o kadardır peşinde olduğu kutuyu yüz üstü bırakıp gitmekten.

‘O zaman neden beni öldürdün?!!’

Bu sözlere itiraz edemediği için çok pişmandı.

Ben ne kadar acımasızdım?

Ve o sözler doğru bile değildi.

Geçen sefer, Mogi'yi kurtarmak için ortaya atılmıştım ve kazada ölmüştüm. Bunun Otonaşi'nin suçu olduğunu zannetmiştim, Mogi'nin ölüm sebebinin hep Otonaşi'nin yüzünden olduğunu zannettiğim gibi.

Önyargılı görüşlerim yüzünden, ‘Beni öldürdün’ gibi bir şey çıtlattım. Bu yanlış anlaşılmayı cinayet fikrini reddettiği an fark etmeliydim. İşin aslı, kutaramadığı yalnız ben olsam da.. Her nedense, bu kaza hep meydana geliyordu. Biri kesinlikle eziliyordu. O sefer benim ölmem sadece tesadüftü.

“Hıh, kendi aptallığıma sadece gülebiliyorum. Suçluluk sırf kayıtsız kalınarak kaybolmaz ki. Bu da yetmezmiş gibi, Reddeden Sınıf sonlanmadı ve ben eski benliğimin gölgesine dönüşme sorunuyla başa çıkmak zorundayım. ‘İlahi adalet’ sözünün daha uygun olabileceği bir durum hayal edemiyorum.”

“Bunları söylerken, Otonaşi kan öksürmeye başladı.”

“Otonaşi, canın yanıyorsa konuşma…”

“Konuşmak için bir daha ne zaman fırsatımız olacak? Bu kadar acıya alışmıştım çoktan. Bu hiçbir şey değil. Bu sadece anlık bir acı, o yüzden yavaş yavaş seni içten çökerten bir hastalığa kapılmaktan çok daha iyi.”

Öyle bir duruma “çoktan alışmak” gibi bir şey söz konusu olamaz!

“Ne anılarımı kaybettim, ne de Reddeden Sınıf’tan kurtulabildim. Haha... Muhtemelen bilincimin derinliklerinde bunu biliyordum... Reddeden Sınıf’tan ayrılamayacağımı.”

“...neden?”

“Çok basit. Azmim beni o kadar kolay serbest bırakmaz.”

Otonaşi ileri geri sallanırken ayağa kalktı. Uzanık halde kalabilirdi, ama sanırım ona tepeden bakmamı kaldıramıyor.

Sol bacağı mahvolmuştu. Otonaşi şiddetle öksürdü ve ağzından kanlar fışkırdı. Ama buna rağmen duvardan destek alarak kalktı ve bana baktı.

Muhtemelen Otonaşi ayağa kalktığından dolayı, Mogi ifadesizce donakalmış halinden kurtuldu ve hareket etmeye başladı. Ardından bana ürkek ürkek baktı.

“İyi misin, Mogi?”

“.......!!” ağzından geciken bir çığlık kaçtı.

“S-Siz ne hakkında konuşuyordunuz… az önce..? Mmm, sırf az önce de değil, dünden beri.. siz ikiniz neyin nesisiniz?”

...ne? Kime o gözlerle bakıyordun öyle? O korku dolu gözlerle kime bakıyordun sen?

...biliyordum. Bana doğru bakıyordu.

Her nedense, onu yalnız bırakamadım. Düşünmeden, Mogi'nin yanağına dokunmaya uzandım.

“D-Dokunma bana!”

Aah.. haklısın. Ben ne yapıyordum? Onu ürküten kişi ben olduğum halde, niye ona doğru uzanayım ki? Bunun onu sakinleştireceğini mi düşünmüştüm? Bir anlığına bile olsa, nasıl onu sakinleştirebileceğimi düşünmüş olabilirim ki?.. Bunu yapabilmemin imkanı yoktu.

“...Sen… neyin nesisin..?”

Dişimi sıktım. Ona hiçbir şey anlatamazdım. O yüzden, onun bakışına dayanmaktan başka çarem yoktu.

Bütün durumu şu an burada anlatmayı çok isterdim. Belki anlayabilirdi de.

Ama—öyle yapmamalıyım.

Ne de olsa savaşmam lazımdı. Reddeden Sınıf’la savaşmam lazımdı.

Ve bu savaş uğruna Reddeden Sınıf’ın yarattığı sahte günlük hayatı reddetmem gerekiyordu.

O zaman da, Otonaşi'nin elini tuttuğumda bu karara varmıştım. O yüzden reddediyordum. Mogi'nin bana gösterdiği gülümsemeyi, kızaran yüzünü, kucağında uyumama izin vermesini—hepsini reddettim.

Mogi, ben sessiz kalmakta direnince olan biteni anlamaya çalışmaktan vazgeçti, ve ürkekçe ayağa kalktı.

Titreyen bacaklarla geriye doğru sendeledi, gözleriyle onun peşinden gitmememiz için yalvardı, ve kaçtı.

Mogi kaçarken onu izledim.

Ve gözlerimin başka yere bakmadığına emin oldum.

Çünkü bunun arzu ettiğim sonuç olması gerekiyordu.

“—Artık ne kadar kararlı olduğunu anlıyorum,” dedi Otonaşi, Mogi ile olan etkileşimimden sonra. Hala duvara yaslanıyordu. “O yüzden, ben de karar verdim. Kutuyu elde etmeye çalışmaktan vazgeçeceğim.”

“...he?”

Bu beni rahatsız etmişti. Bu beni kesinlikle rahatsız etmişti. Otonaşi'nin gücüne ihtiyacım vardı. Düşünmeden, onu durdurmak için ağzımı açmıştım.

Tam da bunu yapmak üzereyken…

“—Bu yüzden, sana yardımda bulunacağım.”

“...he?”

Bunu beklemiyordum.

Bana yardımda bulunmak mı? Aya Otonaşi mi bana yardımda bulunacaktı?

“Neden gerizekalı gibi bana aval aval bakıyorsun? Az önce sana yardımda bulunacağımı söyledim. Sağır mısın?”

Ama bu, güneşin batı’dan doğup doğuda batması kadar imkansızdı.

“Yolumu kaybettim. Eleştirilerin tam isabet—seni öldürerek, ben insan-altı bi varlık oldum. Hayır, daha da kötüsü. Kendi korkaklığını kabul etmek istemediği için amacından vazgeçip kaçan biriyim. Diğer bir deyişle, Reddeden Sınıf’a teslim oldum. Ve sadece bir kutu tarafından mağlup edilen birisinin yapabileceği bir şey olmadığına kendi kendimi inandırıp kaçmaya devam ettim.”

Kendini aşağılıyor olmasına rağmen, gözlerinde hala bir ateş vardı. Esasında biraz rahatlamıştım.

“Ama tereddüt etmek için hiçbir sebep yok. Kesinlikle utanılacak bir şey yaptım, ama bu yelkenleri suya indirmem için bir sebep değil. İçi boş pişmanlıktan bir şey gelmez. Bundan dolayı artık kaçmayacağım. O yüzden—”

Ağzını kapatmıştı, cümlesini bitirmeye isteksizdi.

Ama ona sert sert baktığım için, ağzını açtı ve şunu söyledi.

“O yüzden lütfen—beni affet.”

Haa, anladım. Demek istediği buydu.

Bu garip konuşma bana bir özür olmalı.

Onun yalvarışı tamamen anlamsız.

“Seni affedemem.”

Bu açık sözlü kelimelerimi duyduktan sonra, Otonaşi bir anlığına şaşırmıştı, ama ciddi suratı hemen geri döndü.

“Anladım… öldürülmek kesinlikle affedemeyeceğin bir şey. Anlıyorum.”

“Öyle değil.”

Otonaşi kaşlarını çattı, kelimelerimin ne anlama geldiğini anlayamamıştı.

“Demeye çalıştığım şey… zaten affedilecek ne var ki?

Doğru. Onu affetmek istemiyor değildim. Sadece onu affedemem. Çünkü affedilecek hiçbir şey yoktu.

“...Hoşino, sen ne diyorsun? Ben…”

“Sen beni öldürdün mü?”

“...Evet.”

“Benimle dalga mı geçiyorsun?”

Birden gülmeye başladım.

Ben buradayım!

Doğru ya. Bu açık ve netti.

“Ben tam buradayım, Otonaşi.”

Ne kadar sorumluluk hissetse de, geri alınamayacak bir şey yapmamıştı.

Neden bu kadar sorumluluk hissettiğini anlamıyordum zaten. Ne de olsa Reddeden Sınıf’ın yaratıcısı değildi. Otonaşi sadece işin içine karışmıştı—

—hayır, bu doğru değil.

Otonaşi sadece bir kurban değil. Hepimizin kişiliğini çözen ve davranışlarımıza bağlı olarak nasıl hareketlerde bulunacağımızı bilen bir lider. Belirli bir yerine taş atınca suyun nasıl dalgalanacağını bilen biri. En az Reddeden Sınıf’ın yaratıcısına eş değer güce sahip bir lider o.

Ama bu güç yüzünden, olan bitenden kendini sorumlu tutuyor. Çünkü düzgün davranırsa kötü şeylerin önleneceğini düşünüyor.

O yüzden birisinin ölümüne mani olmadığı, yani olamadığı için, kendini katil gibi hissediyordu.

Ama Otonaşi kendisi demişti. Reddeden Sınıf içerisinde ölümler sadece bir gösteriydi diye.

“Gerçekten benim umurumda değil. Ama ısrar ediyorsan, sihirli bir kelime kullanmaya ne dersin?”

Otonaşi kaşları çatık donakaldı. Birkaç saniyeden sonra tekrar hareket etmeye başladı ve aşağı baktı.

“Hıh…”

Omuzları titredi. He? Ne? Bu ne demekti? Endişelendim ve ona gözümün ucuyla baktım.

“Hıhı… Haha… HAHAHAHAHAHAHA!!”

—Gülüyordu! Hatta kahkaha atıyordu!!

“H-hey! Neden gülüyorsun? Özür dilerim, ama anlayamıyorum!?”

İtirazlarıma rağmen, Otonaşi bir süre kahkaha atmaya devam etti.

Off… bu da neyin nesiydi böyle? ‘Havalı’ bir şey dediğimden emindim, ama anlaşılan işin sonunda sözlerim sadece gülünecek bir şeydi…

Otonaşi sonunda gülmemeye başlamıştı, her zamanki cesur ifadesi geri gelmişti ve dudağını bükerek benimle konuştu.

“Ben 27,754 okul transferi yaşadım.”

“...bunu iyi biliyorum.”

“Şimdiye kadar bütün davranış kalıplarını çözdüğümden emindim. Ama şu anki ifadeni hiç öngöremedim. Sonsuz can sıkıntısına alışık birisi için bunun ne kadar komik olduğunu hayal edebilir misin?” dedi, oldukça memnun gözüküyordu.

Hala onun niyetini anlayamamıştım ve başımı yana eğdim.

“Hoşino. Sen gerçekten çok komiksin. Daha önceden senin gibi biriyle asla tanışmamıştım. İlk bakışta hiçbir özel inancı olmayan sıradan bir insana benziyorsun, ama esasında günlük hayatına senden daha bağımlı kimse yok. Tam da bu sebepten dolayı bu sahte günlük hayatı gerçeğinden ayırt etmeyi benden bile daha iyi başarıyorsun.”

Otonaşi'den bile daha iyi mi?

“Bu doğru değil. Hiç de ayırt edemiyorum. Ne de olsa, geri alınacağını bilmeme rağmen, kaza olduğunda kalbim sıkışıyor…”

“Tabi ki de. Onun özelliğinle hiçbir alakası yok. Örneğin, bir film izlediğinde veya kitap okuduğunda, karakterler talihsizlik yaşadığında, sen de rahatsız oluyorsun, değil mi? Burada da aynı.”

Gerçekten öyle mi acaba?

“—Hoşino.”

“Ne?”

“Özür dilerim.”

Çok aniydi, ne için özür dilediğini anlayamamıştım. Ne olduğunu anlamadan, yüzündeki memnuniyetin izi kalmamıştı.

“Hakikaten, kendi güçsüzlüğümden utanıyorum. Özür dilerim.”

“Ö-Önemli değil…”

Benden üstün olduğu belli olan birinin benden samimi bir şekilde özür dilemesi beni rahatsız eder. Sanki beni eleştiriyormuş gibi bocaladım. Gerçekten acınası biriyim.

“Bu sadece basit bir özürdü, ama bu senin için yeterli, değil mi? Sadece seni ve niyetini anlayıp, seni yönlendirmeye devam etmem gerekiyor. Benden arzu ettiğin şey bu, değil mi?

“E-Evet…”

“Özür dilemek, he? Kesinlikle şart, ama sanki bunu senelerdir yapmıyormuşum gibi hissediyorum.”

...eminim gerçekten de yapmamıştır.

“Pekâlâ, vakit geldi.”

“Vakit?”

“27,754. okul transferin sonu için. Ve 27,755. başlangıcı.”

“Ha, anladım.”

Bu garip fenomeni şaşırtıcı bir sakinlikle kabullendim.

Etrafa baktığımda insanların kazadan dolayı toplaştığını gördüm. Aralarında bir çoğunun üstünde tanıdık üniformalar vardı. Kokone de bulunuyordu kalabalıkta ve bizi izliyordu. Otonaşi ile herkesi görmezden gelip konuşuyordum. Yani, Mogi'nin niye o kadar korktuğunu anlayabiliyordum. Kanlar içersinde kalmış bir Otonaşi ile sıradan bir muhabbet etmem oldukça rahatsız edici olmalıydı.

Otonaşi'ye elimi uzattım.

Hiç tereddüt etmeden, bu eli tuttu; başka birinin reddettiği bu eli.

Kalbim karşı konulmaz bir güçle sıkışmaya başladı, sanki bir yığın altında eziliyordu. Gökyüzü kitap gibi kapanmaya başladı. Kapanmasına rağmen, dünyanın büründüğü renk—beyazdı. Beyaz. Beyaz. Zemin sarsılmaya başlamıştı, tadı nedense şekerli geliyordu—tadını ise dilimle değilde, derim ile alıyordum. Kötü bir his değil, ama tiksindirici. Sonunda, anladım ki bu olay 27,754. tekrarın sonunu işaretliyor.

Dört bir yanımız yumuşak, tatlı, ve bembeyaz keder ile sarılı.




0. Defa[edit]

Ancak on-altı yaşıma geldiğimde ‘aşk dünyayı değiştirebilir’ sözünü kelimesi kelimesine anlayabilmiştim. Kaç defa hayatın sadece aşırı usandırıcı olduğunu düşünmüştüm, sonu gelmeyen alışkanlıkların, alışkanlıkların, alışkanlıkların tekrarıyla? Defalarca kendi hayatımı sonlandırmayı cidden düşündüm—iki elimdeki parmakları, hatta ayağımdaki parmakları kullansam bile sayamam.

Fena halde sıkılmıştım.

Ama hiçbir zaman hislerimi dile getirmedim, ve hep neşeli davrandım. Ne de olsa, açıkça olumsuz tavırlara bürünerek davranmanın sana hiçbir yararı dokunmaz. Herkesle aramı iyi tutmaya çalıştım, ki bu çok da zor değildi. Eksi ve artının ya da sevip sevmediğin şeylerin üstünde aşırı durmazsan, herkesle geçinebilirsin.

Etrafımda birçok sayıda insan birikti, ve hepsi bana aynı şeyi söyledi.

“Sen hep çok neşelisin. Amma kaygısızsın, değil mi?”

Aa, evet. Tamamen oyuna geldiğinizden dolayı herkese çok teşekkür ederim. Çirkinliğimden bihaber olduğunuz için çok teşekkür ederim. Sayenizde, her şeyi bir kenara fırlatıp atmak istedim.

Sanırım bu sıkıntının ne zaman başladığını biliyorum.

İnsanların her biri ve hepsi fazla ben-merkezci.

Bir çocukla karşılıklı olarak e-posta adreslerimizi birbirimize verdiğimizde, e-mail’lerine düzenli cevap verince, benden karşılık almamasına rağmen heyecanlanıp bana aşkını ilan etti. Diğer kızlar tarafından hor görülen bir çocuğu görmemezlikten gelmemeye başlayınca, bunun ona karşı ilgi duyduğum anlamına geldiğini düşünüp bana aşkını ilan etti. Birisi beni bir film izlemeye çağırdığında, ve reddetmek ayıp olacağı için kabul ettiğimde, bana aşkını ilan etti. Evimiz aynı yönde olduğu için biriyle birkaç defa birlikte eve döndüğüm için bana aşkını ilan etti.

Sonrasında, hepsi onlara ihanet ediyormuşum gibi surat yaptı, oysa suçlanacak kişi sadece kendileriydi, ve sonunda bana içerlendiler. O erkekleri seven kızlar tarafından da içerlendim. Bencil. Egoist. Her defasında incitildim ve yara bere içinde kaldım. Zamanla incindiğimde oluşan yeni izleri fark etmemeye başlamıştım. O zaman sonunda anlamıştım—

Her bir insanla sadece gönülsüzce, fazla bağlanmadan ilişki kurmam gerekiyordu. Sadece ortama ayak uydurup üstünkörü konuşmam gerekiyordu. Onlara gerçek kendimi göstermeyecektim. Hassas tarafımı korumak adına sadece kabuğuma çekilmem gerekiyordu.

Ve ardından sıkılmıştım.

Onlara sadece dış kabuğumu gösterdiğimde bile, kimse değişikliği fark etmemişti.

Hepsi bana aynı şeyi söyledi.

“Sen hep çok neşelisin. Amma kaygısızsın, değil mi?”

Ne kadar da harika bir başarıydı.

Hepiniz kaybolmalısınız.

Okuldan sonra sıradan bir gündü. Her zamanki gibi, gülümseyerek etrafımda arkadaşımmış gibi davranan yabancılarla muhabbet ediyordum. Ardından, birden bire, özel bir dürtü olmaksızın—

Birden şekil alan bir kavram oluştu zihnimde, ve bana belli bir kelimeyi düşündürdü.

‘Issızlık’

Ah, ben—yapayalnızdım.

Yalnız. Anlıyorum, demek yalnızım. Etrafım insanlarla çevrili olmasına rağmen yapayalnızdım. Garip bir şekilde keyiflendim.Bu kelime cuk oturuyor.

Ama bu kelime hemen dişlerini gösterip bana saldırdı. Mutlak yalnızlığın eşliğinde ızdırabın da olduğunu ilk defa fark etmiştim. Göğsüm ağrıdı, nefes alamadım. Ve sonunda nefes alabildiğimde bile, sanki hava iğneler ile doluydu. Acı ciğerimi delip geçti. Gözlerim bir anlığına karardı, ve hayatımın sona ereceğini sandım. Ama görüşüm hemen yerine geldi ve hayat o kadar kolay sona ermedi. Ne yapacağımı bilemedim. Bilmiyorum. Yardım edin. Biri, bana yardım etsin.

“Ne oldu?”

Biri zorlandığımın farkına varmıştı ve bana dedi ki:

“Öyle gülümseyince çok mutlu gözüküyorsun.”

He?

Gülümsüyor muydum—?

Onun sözlerini anlayamadığım için ellerimi yanaklarıma getirdim.

Dudaklarımın kenarları gerçekten de kalkmıştı.

“Sen hep çok neşelisin. Amma kaygısızsın, değil mi?”

Kahkaha attım. “Evet, mutluyum!” Güldüm. Nedenini bilmeden gülmeye devam ettim.

O anda etrafımdaki insanlar yavaş yavaş şeffaflaştı. Bir bir şeffaf oldular. Şeffaf olup kayboldular, artık onları göremiyordum. Bazı sesler hala benimle konuşmaya devam ediyordu, ama artık onları duyamıyordum. Ama her nasılsa düzgünce yanıt verebiliyordum. Anlayamamıştım.

Ne olduğunu anlayana kadar, sınıf bomboştu. Geriye tek kalan bendim.

Ama eminim ki sınıfı boş yapan kişi de bendim.

Herkesi reddettim.

“Bir randevum var, ben artık gideyim.”

Kimseyi göremememe rağmen, yüzümde bir gülümseme ile konuşup çantamı toparladım. Galiba herkes ile olan ilişkim herhangi birine özel olarak hitap etmemi gerektirmiyordu. Durum böyleyse eğer baştan beri duvarlarla konuşsaymışım ya.

Ama buna rağmen, neden?

“...Afedersin, iyi misin?”

Orada kimseciklerin olmaması gerekiyordu, ama her nedense bu sözleri gayet net duyabiliyorum.

Tam okulun kapısından çıktım ki bir anda geri getirilmiştim, ve her şey tekrar gözükmeye başlamıştı.

Arkamı döndüğümde, orada sınıfımdan bir çocuğu gördüm, nefes nefese kalmıştı. Görünen o ki peşimden koşuyordu.

Adı kesinlikle Kazuki Hoşino’ydu. Ne samimiydik, ne de o herhangi bir şekilde özel biri falan değildi - onun hakkında tek bildiğim şey ismi.

“Ne demek istiyorsun?”

O soruyu sorarken, tuhaf bir beklenti içinde olduğumu fark ettim.

Ne de olsa, bir şeylerin ters olduğunu fark etmese, ‘iyi misin’ gibi bir şey sormazdı. Bu demek oluyor ki değişikliğimi fark etmişti—bana yakın olan ve benimle iletişimde olan kişiler için imkansız olan bir şeyi.

“Ehm… nasıl desem? Çok ‘uzak’ görünüyorsun... veya emin değilim, ama sanki gündelik hayatın bir parçası değilmişsin gibi…”

Çok zorlanarak konuşuyordu ve bir türlü sadede gelemiyordu.

“Ehm… olan bitene farklı anlam yüklüyorsam boşver. Garip şeyler söylediğim için özür dilerim.”

Kendini garip hissetmişti galiba, ve ayrılmak üzereydi.

“...bir dakika bekle.”

Ayrılmasına izin vermedim. O başını biraz yana eğdi ve bana baktı.

“E-Ehm…”

Onu durdurmuş olabilirim, ama şimdi ne demeliyim ki?

Ama yani—o beni ‘uzak’ olarak betimledi, o ıssız sınıfta gülüyor olmama rağmen.

“...ben hep neşeli mi gözüküyorum?”

Herkes gibi yanıt verirse, o da sadece herkes gibidir.

Ah, onun hakkında büyük beklentilerim vardı. Sözümü reddedip beni gerçekten anlayacağına dair muazzam bir umudum vardı.

“Evet. Yani… öyle gözüküyorsun,” tereddüt ile yanıt verdi.

Bu sözleri duyar duymaz, tamamen gözümden düşmüştü, ona karşı olan bütün ilgimi kaybettim ve ondan birdenbire nefret etmeye başladım. Duygularımın ani ve güçlü değişikliğine şaşırmıştım, ama galiba beklentimi fazla yüksek tutmuşum.

Ama şu anda nefret ettiğim o çocuk şu sözleri ekledi:

“Çok çabalıyorsun, değil mi?”

Duygularım tekrar değişti ve nefretim hemen tersine döndü. Suratım bu ani değişikliklere ayak uyduramadı—ama kalbimi tuhaf bir sıcaklık kaplamıştı.

Çok çabalamak. Neşeli gözükmek için çok çabalamak.

Bu doğruydu. Neşeli gözüktüğümü inkar etmekten daha doğruydu.

Ve böylece—âşık oldum.


Uygun bir varsayımda bulunduğumun farkındayım. Sırf "Çok mu çabalıyorsun" demesi, beni gerçekten anladığı anlamına gelmezdi. Bunun farkındaydım. Ama buna rağmen - o varsayım sürekli aklımda.

İlk başta, bunun sadece geçici bir his olacağını düşünmüştüm. Ama geri dönüşü olmayan bir hale gelmesi çok uzun sürmedi. Ona olan hislerim artıyordu, asla erimeyen bir kar yığını gibi, kalbimi tamamen kaplayana dek. İşler bu yönde ilerlerse onun benim herşeyim olacağının farkında olmama rağmen, nedense umursamadım.

Ne de olsa, Kazuki Hoşino beni o ıssız sınıftan kurtardı ve can sıkıntımı yok etti.

Eğer o kalbimden silinseydi, eminim ki o ıssızlığa geri dönerdim.

Yapayalnız olduğum o ıssız sınıfa geri dönerdim.

Dünyam çok kolayca değişiverdi. Sıkkınlığım sanki bir yalandı. Duygularım sanki güçlü bir adaptöre takılmıştı. Artık onunla selamlaşmak bile beni mutlu ediyor. Aynı zamanda, onunla selamlaşmaktan fazlasını yapamadığım için üzülüyorum. Onunla Konuşunca mutlu oluyorum. Ama onunla azıcık konuşabildiğim için de üzülüyorum. Kalbim biraz uyuz ve kırık gibiydi—ama yine de buna razıydım.

Evet! Mutlaka onunla iyi anlaşacağım!

İlk önce, birbirimize ilk isimlerimizle hitap ederek başlamak isterim. [1]


—————-......


“Bir dileğin var mı?”

O sanki her yerdeydi, ama hiçbir yerde değildi. O sanki herkesi andırıyordu, ama kimseyi andırmıyordu. Benimle konuşan kişinin erkek veya bayan olduğunu bile çıkartamıyorum.

Bir dilek mi?

Tabi ki de var.

“Bu herhangi bir dileği gerçekleştiren bir ‘kutu’.”

Kanlı ellerimle kutuyu kabul ettim.

Bunun gerçek olduğunu hemen anladım. O yüzden, bu kutudan vazgeçmemeye kararlıyım.

Benim yerimde her kim olsa aynı şeyi yapardı, değil mi? Böyle bir hazineden vazgeçecek kimse olduğunu düşünmüyorum.

O yüzden bir dilekte bulundum.

İmkansız olduğunu bile bile, bütün kalbimle bir dilekte bulundum.

“—Ben hiçbir pişmanlık yaşamak—istemiyorum.”



  1. Japon kültüründe, birisine genellikle soy ismi ile hitap edilir.



27,755. Defa[edit]

“Hadi ama, bugün bende değişik bir şey yok mu? Yok mu?”

Kokone her zamanki göründüğü haliyle bana yaklaştı. Bana bu soruyu geçmişte zaten sormuştu. Cevap neydi ya?

“...Rimel sürmüşsün.”

“Vay! Helal olsun Kazu!”

Anlaşılan doğru bildim.

“...ee, nasıl gözüküyorum?”

“Evet, şirin görünüyorsun,” dedim hiç tereddüt etmeden. Tekrar, doğru cevabı vermiştim. Çok ciddi değildim, ama Kokone ‘şirin’ sözcüğünü duyduktan sonra tatmin olmuştu ve yüzünde bir gülümseme ile kafasını salladı.

“Hım, hımmm... Anladım, gözlerin iyi görüyor. Hey, sen—gıcık olan çocuk! Sen de onu örnek almalısın.”

Memnuniyetle kollarını kavuşturdu ve kafasını Daiya’ya doğru çevirdi.

“Bunu söyleyeceğime o dili kopartmayı tercih ederim.”

“Ah, bütün dünya bir oh çeker. Devam et lütfen.”

“Hayır, benim dilim değil—seninkinden bahsediyorum.”

“Haha! Yani beni etkileyici bir şekilde öpmeyi mi arzuluyorsun? Lütfen bana olan hayranlığını bu işe karıştırma~”

İçinde bulunduğum durumun hiç farkına varmaksızın, her zamanki gibi ikisi birbirini ışık hızında aşağılamaya başlamıştı.

Bundan biraz sonra, Daiya transfer öğrenci konusunu açtı.

Lütfen çabuk gel, Otonaşi.



“Adım Aya Otonaşi. Kazuki Hoşino ve sahip dışında kimseye ilgi duymuyorum.”

Aa, Otonaşi? Sen yeni transfer oldun, elbette ki, daha ilk günden sınıf arkadaşlarınla arana mesafe koyabilirsin. Ama ben neredeyse bir senedir bu sınıftayım, o yüzden benim için işler o şekilde yürümüyor, farkında mısın?

“Onun ‘sahip’ten kastı ne? Sahip de kimmiş? Demeye çalıştığı ‘Hoşino’ya sahip olan kişi’ mi?”

“Bu ‘kız arkadaşı’ anlamına gelmez mi?”

“Yani şu Kazuki'nin bir ‘kız arkadaşı’ var ve transfer öğrenci Otonaşi de o kızı mı arıyor? Neden ki?”

“Sanıyorum ki Otonaşi ile arasında bir şeyler vardı. Belki çıkıyorlardır… o zaman ikisini de mi idare ediyordu?!”

“Aynen! Durum muhakkak böyle! Bu hikaye daha ilginç gibi görünüyor, bununla devam edelim!”

“Hoşino'ya karşı karmaşık bir biçimde aşk ve nefret hissettiğinden, onun peşinden koşup bizim okulumuza transfer oldu. Eminim ki durum böyle.”

“Yani bu Hoşino… böyle bir güzelliği baştan mı çıkarttı?! Kahretsin!!”

Sınıf arkadaşlarımız bize aldırmadan hakkımızda dedikodu yapmaya devam ettiler. Bu fikirler nereden akıllarına geliyor tanrı aşkına?

“Yani Hoşino… aslında sadece benimle oynuyordu...”

“Ne?! Diğeri sen miydin?!”

“Hayır… Ben muhtemelen fazlalıktım… üçüncü, hayır,bundan daha da fazlası olmalı.”

“Nas… piçe bak!”

Kokone ağlama numarası yaptı ve Daiya fırsatı kollayıp her zamankinden daha yüksek sesle konuşmaya başladı. Off, ikisi niye sırf böyle zamanlarda işbirliği yapıyor ki…

“...Ne kadar rahatsız edici,” diye mırıldandı Otonaşi. “Senin sayende, benden uzaklaşmaktansa, bana karşı daha da çok ilgi duyuyorlar.”

Eee...Bunun neresi benim suçum?



İlk dersten hemen sonra, Otonaşi ile birlikte sınıftan fırladık. Sınıf arkadaşlarımın bir kısmı doğal olarak beni desteklerken, bazı erkeklerin de kana susamış bakışlarını sezdim—ama böyle şeylere endişelenecek zaman yoktu.

Her zamanki yerimize vardık—okul binasının arka tarafı.

Artık sınıfa zahmet vermek zorunda kalmayacaktık.

“Anladım. Seninle birlikte çalışmak otomatikman senin ilişki ağına sürüklenmek anlamına geliyor. Off… bu hiç pratik değil.”

Hayır, gayet eminim ki sorunun kaynağı onlara ne söylediğin.

“Ama bu 27,755 tekrar içerisinde ilk defa onları reddetmenin olumsuz bir etkisi oldu. Bu gerçekten gülünç.”

“Hımm, bilemiyorum yani eğer durumu gülünç buluyorsan...”

“Öyle deme. Benim için bile yeni tecrübeler biraz heyecanlıdır. Ayrıca, sırf birlikte çalışmaya başladığımız için de durumlar epey değişti. Bu hoş bir değişiklik.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Tek başıma olduğumda göremediğim yeni bir ipucu olabilir.”

O açıdan, birlikte çalışmaya kesinlikle değer, ama... yani…

Şaşırtıcı biçimde, o haklı olabilir. Her şeyden sonra, bugünün öncesinde sınıf 1-6’nın nasıl işlediğini bilmiyordu. Bugünü önceki günlerle karşılaştıramaz bile. Örneğin, o Mogi'ye olan sevgimin dünden bugüne dek nasıl geliştiğini bilemez, diğer bir deyişle Reddeden Sınıfın sürecini de.

“Ama şimdi, özellikle, ne yapmalıyız?”

“...bununla ilgili olarak, Kazuki. Çokça düşündüm ve hala daha senin Reddeden Sınıf'ın anahtarı olabileceğinin neticesine vardım.”

“He? Yani benden hala şüpheleniyor musun?”

“Öyle değil. Bir de sana sorayım: anılarını nasıl hatırlayabiliyorsun?”

“Ha… kim bilir?”

“Bu bir gizem, değil mi? Tabi, sen ve diğerleri arasında bir fark olduğunu hissedebiliyorum, ama sırf senin anılarını hatırlayabilmen garip değil mi?”

“Yani... tabi ki...”

“Nitekim, sahibin amaçları yüzünden de senin yeteneğinin sürdürülebileceğini varsayıyorum.”

“E..Ha...?”

“Her zamanki gibi uyuşuksun. Başka bir deyişle, senin anılarını hatırlayabilmen sahibin de yararına olabilir.”

Reddeden Sınıf’ın amaçları benim anılarımı hatırlamamı mı sağlıyor?

“Bu imkansız. Her zaman anılarımı hatırlamıyorum, değil mi? Sen olmasan, muhtemelen kalan herkes gibi bende anılarımı kaybetmeye devam ederdim.”

“Öyle, bunun hipotezimdeki hata olduğu söylenebilir. Fakat, senin anılarını muhafaza edebilme kabiliyetin, bu dünyanın geçmişi tekrarlama kabiliyeti kadar bozuk diyebiliriz. Eğer bu çelişkiyi hesaba katarsan gidişatı açıklayabilirsin: eğer anıların kaybolmuyorsa geçmiş kusursuzca tekrarlanamaz.”

Bu gerçekten de mümkün olabilir. Ama her nedense bana mantıklı gelmedi.

“İlk başta, benim anılarımı hatırlamama izin vermenin ne anlamı var ki?”

“Ben nereden bileyim?” dedi doğrudan. “Ama insanları en çok harekete geçiren duygu nedir biliyorum.”

“Ne?”

Otonaşi gözlerime derin derin baktı ve konuştu.

“Aşk.”

“...’aşk’..?”

Onun suratındaki dehşet ifadesinden dolayı kelimeyi anlamıyla hemen bağdaştıramadım. Ah, aşk?

“Otonaşi, çok tatlı bir şey söyledin öyle.”

Otonaşi bana soğuk gözlerle baktı.

“Tatlı olan ne? Yeteri kadar yoğun aşkın nefretten hiçbir farkı yok.”

“Nefretle aynı mı?” Afalladım. “...t-tamamen farklı şeyler onlar!”

“Aynılar. ...Hayır, kesinlikle farklılar. Aşk nefretten daha kötü bir his, çünkü insanlar onun pisliğinin farkında değiller. Aşk sadece iğrenç bir şey.”

İğrenç, he…

“Bunun şu anda önemi yok. Kazuki, aklına gelen herhangi biri var mı?”

“Bana âşık olan biri demeye çalışıyorsun, değil mi? Öyle birinin olması—”

Öyle birinin olmasının imkansız olduğunu söylemek üzereyken, birden aklıma geliverdi.

Birisi vardı.

Bana telefonun ucundan aşkını ilan ettiğinde şaka yapmadıysa—bir aday var.

“Anlaşılan düşündüğün biri var.”

“.......”

“Ne oldu?”

“...ehm, yani. Bu bana âşık olan kızın illa suçlu olduğu anlamına gelmez, değil mi?”

“Tabi ki de hayır. Bu kanıt birinin suçlu olup olmadığına karar vermek için hiç de yeterli değil. Fakat, bu olasılığı araştırmamak mantıksız değil.”

“Hayır… aslında… onun suçlu olmasının imkanı yok.”

“Sahibin o olmadığına nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

Açıkçası onun suçlu olabileceğini duymak istemiyordum. Bunun farkındayım.

“Reddeden Sınıf içerisinde bulunduğumuz sürece zamanımız sınırsız. Sahibe yaklaşmak için karşımıza çıkan her fırsatı kullanacağız.”

“...ama şimdiye kadar o yöntemi kullanarak başarılı olamadın, değil mi?”

“Bugün oldukça ağır laf ediyorsun ya. Ama haklısın. Fakat, senin anılarını hatırlayabilmenin, sahibin planlarının bir parçası olduğu yönünde yeni bir ipucumuz var. Daha önce bunu düşenerek araştırma yapmamıştım. Bu şekilde yeni bilgiye ulaşabilme ihtimalimiz var.”

“Ama—”

“Kız güvendiğin biri olduğu için onun adını temize çıkartmak istemez misin?”

Doğru. Otonaşi tam üstüne bastı.

O kişiyle ilgili benim de şüphelerim vardı ki bu beni onu araştırmak istememeye itiyor.

“.......anladım. Sana yardım edeceğim.”

“Sırf bana yardım etmekle kalmamalısın; tersine, önderliği sen yapmalısın.”

O haklıydı. Reddeden Sınıf’tan kurtulmak isteyen bendim.

...Yine de… bir süredir beni bayağı rahatsız eden bir şey var. İçime kötü bir his doğdu.

“Peki o zaman, gidelim hadi.”

“B-Bekle bir dakika!”

“Neden tereddüt ediyorsun ki? Sabrım tükenmeye başladı ama!”

Beni rahatsız eden ş— Aa, anladım.

Bu tuhaf hissin kaynağını fark edince, kulaklarım kızarmaya başladı.

“Hm? Neyin var Kazuki? Yüzün kıpkırmızı.”

“Ah, hayır, sadece, sen—”

Neden bana ‘Hoşino’ yerine ‘Kazuki’ diye seslenmeye başladı?

“Ne? Ne diyorsun sen ya? ...Hey, suratın niye daha da çok kızarıyor?”

“...Ö-Özür dilerim. Yok bir şey.”

Ne zaman bana ilk adımla hitap etmeye başlamıştı ki? Anne-babam bile bana o şekilde hitap etmez.* [1]

Sanırım suratım şimdi daha da fazla kızarıyor.

“...? ...Peki o zaman? Her neyse, hadi gidelim.”

‘Otonaşi’ bana arkasını dönüp yürümeye başladı.

“T-Tamam…”

Ona ‘Otonaşi’ dışında bir isimle mi hitap etmeliydim acaba? Mesela ona uyup, ben de ona 'Aya' diye mi seslenseydim?

...Hayırhayırhayır!!! Yapamam! Yapamam! Bu söz konusu bile olamaz!

En azından ‘Aya Hanım’ olsun… hayır, bu bile kabul edilemez. Ama ‘Otonaşi’ fazla yaygın. Söylenişi kolay ve biraz daha göze çarpmayacak bir şey kullanmalıyım.

“Ah…”

Aklıma bir seçenek gelmişti. Onu da söylemek oldukça utandırıcı, ama o ismi zaten birkaç defa kullandığım için, işe yaramalı.

“.......Maria.”

Bu ismi düşük bir tonla mırıldandığımda, ‘Otonaşi’ durup bana döndü. Gözleri faltaşı gibi açıktı.

“Uvah! Ö-Özür dilerim!!” Son derece beklenmedik tepkisine şahit olunca tepkisel olarak özür diledim.

“...Neden özür diliyorsun? Beni biraz şaşırttın sadece.”

“...Kızgın değil misin yani?”

“Neden kızgın olayım ki? Bana istediğin şekilde hitap et.”

“A-Anladım.”

Otona- hayır, ‘Maria’nın’ ağzı gevşedi.

“Ama yine de, her şey arasından Maria’yı seçtin… Hıh.”

“Ah, yani… hoşuna gitmediyse…”

“Bana göre hava hoş. Sadece bir şeyi tekrar doğruladım.”

“Imm… neyi doğruladın?”

Her nedense, Maria usulca gülümsedi.

“Senin, Kazuki, komik bir adam olduğunu.”

Didik didik bir şey aranıyorum.

Sınıfa geri dönmüştük, ve şimdi bana yanıkmış gibi görünen kızın özel eşyalarını karıştırıyorum.

Tabi ki bunu yapmak istediğim için yapmıyorum, ve ayrıca kendimi aşırı adi hissediyorum.

Onun sınıfı şu an beden eğitimi dersinde. Maria, onunla doğrudan konuşmaktansa, bu fırsatı kullanıp ipucu bulmak için eşyalarını aramamız gerektiğine karar verdi.

Fikir belirtmediysem de ben de aynını düşünüyordum, aşağılık hissi de yok değil ama sessizce itaat ettim.

Bu arada, işi ancak ben yaparsam bu araştırma meyve verir gibi görünüyor. Maria zaten birkaç defa herkesin eşyalarını aramıştı. Şu anki duruma bakılırsa, işe yarar herhangi bir şey bulamamış henüz, ki bu gayet doğal. Maria bizleri yalnızca bir gündür tanıdığından olası kayda değer herhangi bir değişikliği tabi ki ayırt edemeyecek.

“Ohh…”

Kız test kitaplarını bir nevi şekillendirmek için temiz ve renkli çizgiler kullanmıştı. Notlar küçük ve yuvarlanmış harflerle düzgünce yazılmıştı. Ve burada da birçok renk kullanmış. Bir sayfanın sol kenarında bir kedi çizimi vardı. Sonraki sayfanın aynı yerinde bir tane daha çizim vardı. Bir sonraki sayfada yine aynı kedi… o anda bunun bir flip-book olduğunu anlamıştım. Sayfaları hızla çevirince, kedi teneke kutudan yaptığı bir roketle uçup gidiyordu. Maria sert bakışlarıyle beni dizginlemeden önce gülmeye başladım.

Neticede, kızlara özgü birçok ıvır-zıvır buldum. Eşyaları çoğunlukla pembe veya beyaz renkteydi. iPod’u J-Pop[2] ile doluydu. Cüzdanı çantasında değildi, öyleyse yanında taşıyordur muhtemelen.

“Hah!”

Özenle süslenmiş bir cep telefonu buldum—tam bir kişisel bilgi hazinesi.

Birkaç ipucu bulmayı umut ediyordum, ama telefon kilitliydi ve ben de daha fazla karıştıramadım. ...diğer yandan ise, bunu yapmadığım için rahatlamıştım.

Pembe el aynasının yanındaki makyaj çantasına baktım. Bu fondöten olmalıydı, bu renkli ruj, bu göz kalemi, bu da kaşlarını düzeltmek için kullandığı makas, ve sonunda oldukça yeni gözüken bir nesne… rimel herhalde.

“—”

Hah?

Tuhaf bir şeyler var.

“Bir şey mi buldun Kazuki?”

“......Daha emin değilim…”

Makyaj çantasının içerisinde bulunanları tekrar yokladım. İçinde özel bir şey olduğunu düşünmüyorum.

“Maria, bu makyaj çantasındaki herhangi bir şey gözüne çarpıyor mu?”

“Hayır? Daha önceden de karıştırmıştım, ama özel bir şey bulama—”

Cümlesinin ortasında suratı donakaldı.

“—bekle, böyle olamaz. O, bu eşyaya sahip olmamalı. Bunu 27,755 tekrardır fark edememiş olmamın imkanı yok. Ama… gerçek şu ki—”

“He? Bir şey mi buldun?”

“...Kazuki. Bunu gördükten sonra, senin bir şey hissetmiş olman gerekir.”

“...he? ...mm, yani, makyaj yapmanın gerçekte ona yakışmayacağını düşündüm.”

“Yok artık!”

Maria yüzünü ekşitti.

Başka ipucu bulmak için çantayı aramaya devam ettim. İçinde, tanıdık bir şey hissettim ve çıkarttım.

“Ah—”

Tetikleniyorlardı…

Bu tanıdık ambalajı görünce, anılarım gün yüzüne çıktı.

“Başka bir yol deneseydim, teklifimi kabul etmiş olabilir miydin?”

“Aa, tamam. Öyleyse başarana kadar itiraf etmeye devam etmem gerekiyor, değil mi?”

Yok artık.

Yok artık.

Yok artık.

Böyle bir saçmalığa inanamayacağım.

Bu sadece bir tesadüf. Salt bir tesadüf olmalıydı, ama hafızamdan gün yüzüne çıkan anılarım beynimin hayal ürünü olmak için fazla gülünç.

“—Maria, en sevdiğin yemek ne?”

“...Şimdi neden öyle bir şeyden konuşuyorsun ki?” Maria bana bakıp kaşlarını çattı. “...Hey, neyin var Kazuki? İyi gözükmüyorsun!”

“...Bilirsin ya, benim en sevdiğim atıştırmalık Umaibō’dur.”

Az önce çantadan çıkarttığım nesneyi gösterdim.

Bir Umaibō paketi.

“Özellike Mısır Çorbası aromasını severim. Ama kimseye söylememiştim zaten kimse umursamaz diye. Sınıfta sık sık Umaibō yerim, oldukça dönek biriyim, yani diyeceğim, söz konusu tada gelince, hep değişik olanlardan yiyorum. Kimse en çok mısır çorbası aromalı Umaibō’yu sevdiğimi bilmemeliydi!”

“Ama Teriyaki Burger tadını o kadar sevmiyorsun, öyle mi?”

“Hangi tadı en çok seviyorsun?”

Yanılmam için dua edip abur cubur paketine tekrar baktım.

Kaç defa bakarsam bakayım, hiçbir şey değişmedi.

Teriyaki Burger tadında değildi. Mısır Çorbası tadındaki Umaibō’ydu.

Az önce hatırladığım anılar bana bağrıyordu.

Çantasında mısır çorbası aromalı Umaibō’nun bulunması sırf bir tesadüf bile olsa—az önce hatırladığım anılardaki görüntüler inkar edilemez.

O—sahip.

“Kazuki.”

Maria sıkıca omuzlarımdan tutuyor. Tırnakları etime batıyor ve beni gerçekliğe geri getiriyor.

“Sahip kesinlikle o. Sonunda amacımıza vardık… yani, pek sayılmaz.”

Maria bu sözleri acıyla söyledikten sonra, “Ne demek istiyorsun?” diye sordum.

“Bu kadar aptalca hata yapan biri beni asla 27,755 ‘Okul Transferi’ boyunca aldatmış olamaz.”

“Ama Maria, sahibin kim olduğunu bilmediğini kabul etmen gerekiyor, öyle değil mi?”

“Bu doğru değil. Muhtemelen kimliğini şimdiden birkaç defa keşfettim, ama sahibin o olduğu bilgisini muhafaza edemedim.”

“He? Niye ki?”

“Kesin bir şey söyleyemem, ama bu Reddeden Sınıf’ın başka bir işlevi olduğunu sanıyorum. Mantıklı. Sahip kendisinin değişmeyen bir döngü içerisinde olduğuna inandığı sürece, Reddeden Sınıf sürmeye devam eder. Ama biri onun sahip olduğunu bilirse, bu ön koşul hemen parçalanır. Dolayısıyla, biri onun sahip olduğunu keşfeder keşfetmez, o anı siliniyor.”

“...Ama bu defa sahibin kim olduğunu biliyoruz.”

“Tabi ki. Ama bu sevinmek için bir sebep hiç değil,” dedi Maria sıkkın bir sesle. “Eğer bu sefer bir şey yapmazsak, bu ipucunu tekrar kaybedeceğiz.”

Anladım. Bu defa sahibi yenmezsek, bu tekrarda öğrendiğimiz her şeyi unutup, suçlu peşindeki arayışımızı tekrar baştan başlatacağız.

Maria’nın rahatsız olduğu belliydi ve dudaklarını ısırıyordu. Bir şeyi başarmak için yalnızca tek bir fırsatının olması biraz sinir bozucu, ne de olsa her şeyi tekrar tekrar baştan yapabilmeye alışmıştı.

“...Ama Maria, hayat tek turda sonucu belli olan bir yarış değil mi? Durum ne kadar önemsiz olursa olsun, son kaydedilmiş noktaya geri dönme düğmesi yoktur.”

Bu sözü oldukça severim, ama Maria bana soğuk gözlerle baktı.

“Bu sapmış cesaretlendirmenle elde edebileceğimiz ne ki?”

O bile iç çekti.

“Ö-Özür dilerim… sadece biraz sinirli gözüküyordun.”

Özürümü duyduktan sonra, Maria azıcık sakinleşti.

“Evet, tabi ki öyleyim. Ama durumumuz sıkıntılı olduğu için değil.”

“...değil ama aksine?”

“Anlamıyor musun? Onun sahip olduğunu tekrar tekrar öğrenmeme rağmen, Reddeden Sınıf henüz sonlanmadı. Bunun ne anlama geldiğini anlayamıyor musun?”

Kafamı yana eğdim.

Bana mı, suçluya mı, kendisine miydi bilmiyordum ama Maria müthiş bir öfkeyle birkaç laf etti:

“Sahibe karşı defalarca kaybettim.”



“Kokone.”

“Ah, aşk ustası, Kazuki Hoşino, sonunda geldi!”

Her zamanki gibi, Kokone şakayla karışık benimle alay ediyor.

Şu anda öğle yemeği arası. Maria ile beraber sabahki tüm dersleri ektik, ve dolayısıyla herkes bize takılmaya başladı. Ama Maria’nın sessizliği sağolsun sınıf arkadaşlarımız çabucak bizimle alay etmekten vazgeçti. Meraklı bakışları hala üzerimizde gerçi ama. Neyse, olacak o kadar.

“Dinle Kokone. Gerçeği söylemek gerekirse—”

Kendimi frenledim. Çünkü Kokone’nin suratı az önceki rahat halinden ciddi bir hale gelmişti, ve gömleğimin kolunu çekiştiriyordu.

Maria’ya bakış attıktan sonra, Kokone beni sınıfın dışına çıkarttı.

“Kazu, lütfen lafı dolandırma ve soracağım soruya dürüstçe cevap ver.”

Tam kapının yanında, Kokone kolumu bıraktı ve konuşmaya devam etti.

“Otonaşi ile nasıl bir ilişkin var?”

“...Neden soruyorsun?”

Dedim, cevabı biliyordum halbuki. Kokone gözlerini devirdi, ve cevap veremedi.

“Maria ile olan ilişkimi o kadar kolay tanımlayamam.”

Kokone sessiz kaldı, hala yere bakıyordu.

“Ama Otonaşi dışında birini seviyorum.”

Kokone sözlerimi duyunca gözlerini fal taşı gibi açtı ve bana baktı.

“Yani—”

Ama Kokone başka bir şey söylemedi. Başka yere baktı-ama bunu hemen fark ettim.

Sınıfa dalıp birini aradı.

Gözleri hareket etmeyi durduruyor.

Ve Kasumi Mogi’ye odaklanıyordu.

Mart'ın 1'ine dek Mogi'ye daha henüz âşık olmamıştım. Ve bu tekrar boyunca, 27,755. olan, onunla hiçbir şekilde iletişimde bulunmadım.

“Kokone, gerçeği söylemek gerekirse yapmanı istediğim bir şey var. O da—”

“Evet. Söylemene gerek yok. Buraya kadarki konuşmamız bana her şeyi açıkladı,” dedi Kokone, gülümseyerek. “Okuldan sonra mutfak sana uyar mı? Sana orada o zaman her şeyi anlatacağım!”

Bir anlığına niye mutfak diye düşündüm—ama doğru ya, Kokone Ev Bilimi[3] kulübünün üyesiydi.

“Muhtemelen bugün bizden başka kimse olmaz.”

Kafamı salladığımda, bana tekrar baktı. Onun bu yüzünün arkasında sakladığı düşünceleri tahmin bile edemiyorum.

“Kazuki.”

Bizi kapının ötesinden izleyen Maria, seslendi bana. Bu muhtemelen geri çekilmem için bir işaret.

Kokone’ye “sonra görüşürüz” dedim, ve ona arkamı dönmek üzereydim.

“Ah, bekle bir dakika!”

Kokone beni durdurdu. Durup ona tekrar baktım.

“Im, sorabilir miyim? Aa, ama tabi ki cevap vermek zorunda değilsin…”

“Ne?”

“Sevdiğin kişi kim, Kazu?”

Hemen cevap verdim.

“Mogi!”

Bunu duyduğu an, Kokone yere bakıp yüzünü sakladı. Ama ben yüzündeki ifadeyi farketmiştim bile.

Kokone gülümsüyordu.



Okul bitmişti.

Ev bilimi odasından birinin çığlıklarını duyduk. Girer girmez, her şeyin ters gittiğinin farkına varmıştık.

Bu olağanüstü fırsatı kaçırdık.

Planlandığı gibi, Kokone Kirino ve Kasumi Mogi ev bilimi odasındaydı. Hayır, daha doğrusu—Kasumi Mogi ve bir zamanlar Kokone Kirino olan şey ordaydı.

Ev bilimi odası kanlar içerisindeydi.

Suçlu elinde kana bulanmış mutfak bıçağını tutuyordu.

“Kazu.”

Beni fark etmiş olmasına rağmen, ifadesi her zamanki gibiydi.

“...N-neden—”

Anlamıyorum. Neden öyle bir şey yaptı?

Üstü başı kan-revan içindeki Mogi, bana bakıyordu. Her zamanki gibi ifadesiz. Ama gözlerinde alevlenen ve beni kınayan bir ışık farkettim.

Ahh, evet. Doğru. Kesinlikle ben de bu durum için suçlanmalıyım.

“Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl, Öl”

Mogi ara vermeksizin lanete benzer bir şeyler mırıldanıyor.

Bunu duymak istemiyorum. Sadece kulaklarımı tıkamak istiyorum, Ama bunu bile yapamam. Bir anda Mogi-san'ın kana bulanmış bedenini görünce bedenim üzerindeki hakimiyetimi kaybettim. Sözleri kulaklarımı ele geçirdi. Çaresizce o sözlerin anlamını idrak etmemek için sakınmayı denedim. Ama nafile- sözcükler bir çığ gibi eziyor beni, üzerime çöküp donakalmış bedenimi kaplıyorlar.

Mogi konuşuyor.

Beni kınayan o kelimeleri söylüyor.

“Öl!”


  1. Japon kültüründe kişilere genellikle aile isimleri veya soyisimleri ile hitap edilir. İlk isim ile hitap etmek genellikle iki tarafın da kabul etmesi gereken bir durum ve samimiyetin simgesidir, ayrıca saygı eki kullanmamak da ileri seviye samimiyet gerektirir. Daha fazla bilgi: http://japoncaderslerim.blogspot.com.tr/2014/01/hitap-sekilleri.html
  2. Japon pop müziği
  3. Öğrencilerin bir hocanın gözetimi altında yemek yapmasını öğrendiği ders veya okul sonrası etkinlik. https://en.wikipedia.org/wiki/Home_economics#/media/File:RSWittgensteinLehrk%C3%BCchev1985unbek.jpg



27,755. Defa[edit]

“Bunu söylemek için biraz geç olabilir, ama artık sana ihtiyacım kalmadığını fark ettim.”

Başını eğdi. Belki de olan bitenler onun için fazla hızlı ilerliyordu.

“Esasında, çok uzun zaman önce senin sadece bir engel olduğunu fark ettim, anlarsın ya? Ama acımasız olmak istemedim. Ne de olsa, biz sözde ‘arkadaş’tık.”

Ama artık arkadaş değiliz.

Sanırım o beni hala ‘arkadaş’ı olarak görüyor. Düne kadar, birbirimizin aşk hayatındaki sıkıntıları konuşacak kadar yakındık. Ama artık değiştim, o şekilde düşenemem. Hem, bundan böyle artık ‘arkadaş’ değiliz.

Ama burada asıl suçlanması gereken ben değilim: ona nasıl davranırsam davranayim, bana karşı şüphe duymaktan acizdi. Onunla daha önce olduğumdan tamamen farklı bir şekilde konuşsam bile şüphelenmekten acizdi.

—Kimse dönüşümüme engel olamaz.

Bu dünyanın kuralı bu.

Farzedelim ki, normal dünyada, başkaları aynı kalırken ben değişiyorum. O ise beni arkadaşı olarak görüyor. Yani eğer ben değişirsem, o bunu beklenmedik bir şey olarak algılar. Tek başına bu bile kendimi dönüştürme özgürlüğümü kısıtlıyor. Bu insanların yaz tatilinde aniden saçını sarıya boyatan birine gösterecekleri tepkiyle benzer bir durum. Özgürce gelişim gösteremediğim bir yerde seçeneklerim de kısıtlı olacaktır.

Bu şartlarda, biricik ve tek dileğim olan, ‘bugünü hiçbir pişmanlık yaşamadan geçirme’yi, gerçekleştiremezdim.

Böylesine işe yarar bir kural işte bu yüzden var.

Doğru. Bu dünya sırf benim rahatım için yaratıldı. Ama buna rağmen—

Ama buna rağmen… ne? Bunun devamında ne olduğunu düşünemiyordum.

O konu hakkında düşünmemem gerektiği hissine kapıldım.

O yüzden başka bir konudan bahsettim.

“Sence de ‘aşk’ beyaz bir elbiseye nar suyu dökmek gibi değil mi?”

Benzetmemi anlamışa benzemiyordu, ve kafasını tuhaf bir şekilde yana eğdi

“Diyelim ki beyaz bir elbiseye nar suyu döktün, tamam mı? Hadi, silmeye çalış: elbisede yine izi kalacak. O izler ebedi. O yüzden, o izi her gördüğünde ‘aa, ben oraya nar suyu dökmüştüm…’ diyip hatırlayacaksın. İzler sonsuza dek orada kalacağından unutmanın hiçbir yolu yok.”

Dolaptaki bir çekmeceyi açtım.

“Beni ne üzüyor biliyor musun?”

Çekmecenin içindeki mutfak bıçağının sapını sıkıca kavradım.

“Öyle bir izin beni kırmış olması!”

Bıçağı çıkarttım.

Bu bıçağı aynı sebep için birkaç defa kullanmıştım. Bu bıçak en keskiniydi.

O elimde tuttuğum mutfak bıçağını görünce sarardı. “Onunla ne yapacaksın?” diye sordu, ama birazdan olacakları tahmin edebiliyordu muhtemelen. Ama ‘öngördüğü’ şeyi asla yapacağıma inanamıyordu.

“Bununla ne yapacağımı mı bilmek istiyorsun? Hıhıhı…”

Ama bak ne diyeceğim. Bunu söylediğim için çok özür dilerim, ama muhtemelen—

“Seni reddedeceğim!”

—tam da beklediğin şeydi.

Ben ******’yi *****la *****düm.

İçimde oluşmak üzere olan karanlık ve acı verici hissi anlamamaya çalıştım. Direnmenin anlamsız olmasına rağmen, amacım uğruna gerekli olmasına rağmen, direnmeye çalıştım… çünkü bu şekilde hissetmek istemedim; çünkü bu hissi anlamamış gibi davranmaya devam etmek istedim.

Yere yığılmıştı ve kan öksürüyordu.

Izdırap çekiyor olmalıydı. Ne kadar acınası.

Muhtemelen başarısızdım. Onu en acısız şekilde *****meliydim.

“Biliyor musun, bunda başarısız olmak çok korkunç olabiliyor. Erkekler çaresiz olduklarında saçma bir güce sahip oluyorlar. Zayıf bir erkek bile benden çok daha güçlü. Ama bana vurduklarında onların gözlerindeki bakış çok daha korkunç. Bana çöpmüşüm gibi baktılar. Ben niye başarısızdım ya? ...ah, doğru ya. Havalı gözüktüğü için ucuz bir bıçak kullandığımdan dolayı. Böyle bir şeyle insan öldürmek oldukça zor yani. Ve üstelik çok da çirkin. İnsanları bıçaklamak veya kesmek… iğrenç bir şey! Bunun yüzünden kusabilirim bile. Ağladım da, kendime neden böyle çirkin şeyler yaptığımı sordum. Ama biliyor musun? Sonuçta, söz konusu kişi aynı hareketlerde bulunduğu sürece aynı şey tekrar tekrar olacak. Ve bundan dolayı, arzu ettiğim gelecek asla gelmeyecek. O yüzden, o kişiyi silmekten başka bir çarem yok, değil mi? Çaresi yok, değil mi? Bu çok acımasız değil mi? Neden böyle şeyler yapmak zorundayım ki?”

Bana güçsüz gözlerle baktı.

“Ama gerçeği söylemek gerekirse, belki de seni o şekilde bıçaklamama bile gerek yoktu. Neticede, ‘reddetmek’ zihinde biter. Ama biliyor musun? Başka hiç bir yol bulamadım. Kendi ellerimle birini öldürmekten başka ‘reddetmenin’ yolunu bulamadım. Birini tüm kalbimle ‘reddetmek’ o kadar kolay değil. Kalbime bir yük koydum. Ve bu suçluluk duygularını yaratarak, kendimi o kişiden kaçmaya mecbur ettim. Bunun sayesinde, bir insanla gerçekten görüşmek istemediğimi hissedebiliyorum—onu ‘reddettim’. Ne olursa olsun, artık kimse o kişiyi hatırlayamayacaktır.”

Boynunu büktü. Sanki kendini daha fazla dik tutamıyordu.

“Biliyorum! Benim suçum, değil mi? Hepsi benim suçum, değil mi? Ama söyle madem, ne yapmalıyım? ...Özür dilerim. Senin hiçbir fikrin yok, değil mi? Aa, neden bu kadar çok konuşuyorum ki? Nedenini biliyorum. Çok endişeliyim, çok endişeliyim, çok endişeliyim, sessiz duramıyorum. İçten içe eğer kendimi anlatırsam beni affedeceğini umuyorum. Ama beni affetmenin imkanı yok, değil mi? Özür dilerim. Gerçekten, özür dilerim. Özür dilerim, özür dilerim. Bu kadar bencil olduğum için özür dilerim. Ama biliyor musun? En çok ızdırap çeken benim, ne de olsa. Suçu dürüstçe kabul ediyorum. Kötü bir şey yaptığımı biliyorum. O yüzden, dürüst olmak gerekirse, benim hakkımda ne düşündüğün zerre umurumda değil.”

Acaba kimle konuşuyordum?

Ama bunun hiç önemi olmadığı içime doğdu. Özellikle birine hiç konuşmadım zaten. Yere yığılmış olan kişiyi hiçbir zaman ‘arkadaş’ olarak görmedim.

Yalnızdım zaten.

“H-Hayır—”

Ama buna rağmen, bunu kabul etmek istemedim.

Böylesine bir yerde ne kadar yalnız kaldığımı hatırlatsa da, haykırmaktan kendimi alıkoyamıyordum:

Lütfen gel!

Çabuk gel!

Kazu!

Acaba ne zamandan beri… ona bu kadar samimi bir şekilde hitap etmeye başladım? Bu tekrarlar içerisinde defalarca ona bu şekilde hitap etmek için izin almama rağmen, asla hatırlamıyordu.

Tam şimdi, kapı açıldı.

O buradaydı.

Hasretle beklediğim kişi, Kazuki Hoşino, buradaydı.

Bu berbat durumu görünce sesi kesildi. Onun yanında ise, o sinir bozucu kız, kutumda asalak gibi yaşayan, Aya Otonaşi vardı.

“...demek sonunda gelebildin, Kazu.”

Kendi sözlerime şaşırdım.

Ben ne kadar da aptaldım?

Kazu kaç defa beklentilerimi yüzüstü bırakmıştı? Sayılamayacak sayıdaki ihanetlerden sonra defalarca ondan vazgeçmemişmiydim?

Burada bulunması bile tesadüf değildi. Onu buraya davet etmeye ben karar vermiştim, ona bu sahneyi göstermek için.

Ama buna rağmen o geldiği için, uzun zaman önce bir defasındaki gibi, ondan bir mucize beklemekten kendimi alıkoyamıyordum. Beni gerçek dünyaya geri götüreceğini beklemeye başlamıştım.

Ama—bunun olmasının imkanı yoktu.

Kazu'nun gözleri sonuna kadar açıktı.

“Kazuki. Nasıl hissettiğini tahmin edebiliyorum. Ama bilmeliydin.”

Gereksiz kız bir şeyler söyledi.

“Sahip—Kasumi Mogi’ydi.”

Kazu gözlerini yere yığılmış olan ******’ye çevirdi.

İsmi neydi onun ya? Neyse artık. Unutmuştum. Neden unuttuğumu bile unutmuştum.

“...n-neden—”

Neden yaptığımı mı bilmek istiyordun?

Kazuki’nin yavaşlığına olan sinirimi saklayamadım.

Gözlerimle ona sitem ederek, düşüncelerimi ona bağırarak söyledim.

“Öl!”

Yeterli değildi.

“Öl, öl”

Hala yeterli değildi.

“Öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl, öl”

Kendim yaşamak istemediğim şey—

“—öl(mek)!!”[1]


  1. Kasumi burada esasında イタイdiyor. Bu ya “痛い”(Acıyor) veya”居たい”(Var olmayı/yaşamayı istemek) anlamına gelir. İçeriğe bakınca, öncekini tahmin etmek doğal. Ama daha sonra Kanji’yi kullanıyor, bu da hangi anlamda kullanıldığını açıklıyor.



27,755. Defa[edit]

Maria söyleyince, Mogi'nin hiç makyaj yapmadığını ben de fark ettim. Bir erkek olarak, söz konusu makyaj olunca bariz cahil olduğumdan — Maria'nin değişikliği farketmesi daha kolaydı haliyle.

Ama Mogi hala bir makyaj çantasına sahip.

Bunun nedeni neydi ki?

Maria’nın mantığı şuydu:

—Kullanmaktan sıkılmıştı.

Yitik anılarıma güvenemiyorum, ama sanıyorum ki Mogi görünüşüne her zaman çok önem veriyordu. Fakat, Reddeden Sınıf içerisinde makyajla uğraşmanın artık bir anlamı olmayacağı için vazgeçmişti. 1 Mart’tan beri çantasını hiç dokunmadan bırakmış—Reddeden Sınıf başlamadan önce.

Mogi çantasından makyaj malzemelerini çıkarıp kullanmaktan yorulur hale gelmiş.

Bu sadece 20,000’den fazla tekrarı hatırlayan birine olabilirdi.

Ve tek bu kişi—sahip olabilirdi.

Yani, sevdiğim kız, beni seven kız, Kasumi Mogi, sahip — olmalı.

“Sana söylemem gereken bir şey var, Kazu.”

Geçmiş tekrarda beni aradığında Kokone’nin söylediği şey buydu. Bana dedi ki:

“Kasumi seni seviyor!”

Kokone, Mogi'nin bana olan aşkından haberdardı. Eminim Kokone bunun hakkında Mogi ile konuşmuştur, ne de olsa onlar düne kadar çok yakın arkadaştı.

Maria ve ben Mogi'yi tuzağa düşürmek istedik.

Ama bunu yapacak olan bizzat biz olsaydık, doğal olarak çakardı. Mümkünse, Mogi'ye kendini hazırlama fırsatı vermek istemiyorduk, ne de olsa Maria’yı defalarca yenmişti.

Onun yerine, Kokone’yi aracı olarak kullanmaya karar verdik. Planladığım gibi Mogi'yi ona itiraf edeceğime inandırabilseydi, Mogi'nin tuzağımızın içine düşecebileceği sonucuna varmıştık.

Planımız — Kokone'nin ölümüyle sonlandı.

Mogi'nin sözlerini hatırladım.

“...yani, benimle çıkar mısın?”

Bana kaç defa itiraf etmişti? Bana ne zamandan beri âşıktı? Madem aşkımız karşılıklıydı, o zaman neden—

“Lütfen yarına kadar bekle.”

Neden onu söylemişti?

Mogi giysilerini ve vücudunu kaplayan kanın farkında değil sanki. İfadesiz.

—her zamanki gibi.

Hep bu kadar ifadesiz miydi? Hayır, bölük pörçük anılarımdan onun parlak bir gülüşü olan bir an hatırlayabiliyorum. Ama gülümseyen Mogi bana o kadar da gerçekçi gelmiyor. Zihnimdeki Mogi ifadesiz ve suskun bir kız.

Ama ya o görünürdeki sahte, capcanlı gülümseyen Mogi ise, orijinal olanıysa?

Kasumi Mogi denen kıza neler oldu böyle?

“Yenildi,” diye söylendi Maria, sanki dile getirmediğim soruya cevap veriyordu. “Bu sonsuz tekrar içerisinde kendini tamamen kaybetmiş,” diye ilan etti, Mogi'ye küçümseyen bir bakış ile.

Bu düşünce zaten aklıma gelmişti: İnsan aklı bu kadar muazzam miktarda tekrara dayanamazdı.

Ama Mogi aynı günü 27,755 defa tekrarlamıştı.

Ve bunca defa tekrarladıktan sonra, Mogi kanlar içinde kalmıştı.

“...Senin suçun, Kazu,” dedi Mogi, bana bakarak. “Beni köşeye sıkıştırdığın için böyle oldu!”

“...Mogi, ne yaptım ben?”

“‘Mogi-miş’.” Mogi dudaklarını bükerek ismini tekrarladı. “Sana söyledim. Sana kesinlikle söylemiştim. Sana yüzlerce defa söylemiştim, söylemedim mi?”

“N-Neyden bahsediyorsun sen…?”

“Bana ‘Kasumi’ demeni söylemedim, söylemedim mi…?!”

...Bilmiyordum. Bunu hiç hatırlamıyordum…

“Bunu yüzlerce defa söyledim ve sen bunu yüzlerce defa kabul ettin, etmedin mi? Öyleyse neden? Neden hep hemen ardından unutuyorsun?”

“Çaresi… yok…”

“Çaresi mi yok?! Söyle bana, neden çaresi yok?!” Mogi deli gibi bağırmaya başlamıştı. Bütün bunlar olurken, suratı neredeyse ifadesizdi.

Muhtemelen, bu binlerce tekrar üzerinde ifadesini nasıl değiştirebileceğini unutmuştu, çünkü değiştirmesi için hiçbir sebep yoktu. Artık doğru düzgün ne gülebiliyordu, ne ağlayabiliyordu, ne de kızabiliyordu.

“Kazuki, dinleme onu.”

Mogi gözlerini benden ayırıp Maria’ya sert sert baktı.

“Kazu'ya o kadar samimi bir şekilde hitap etme!”

“Ona istediğim gibi hitap edebilirim.”

“Edemezsin! ...Kazu neden seni hatırlıyor da, beni hatırlamıyor…?”

“Mogi, her şeyin böyle çalışmasını sen ayarladın, çünkü aynı şeyleri tekrar tekrar yapmayı kolaylaştırıyor.”

“Kes sesini! Niyetim o değildi!”

Şimdi düşününce, 27,754. tekrarda, Maria’yı hatırladığımda Mogi korkmuşa benziyordu.

O zamanda, Mogi benim garip davranışlarımdan dehşete kapıldığına emindim. Ama artık onun sahip olduğunu bildiğimden, bakış açım değişmişti: esasında, Maria’yı hatırlayıp onu hatırlamadığım için içine attığı memnuniyetsizliği sonunda dışarı çıkmıştı.

“Kazu…”

Onun tarafından böyle hitap edilmeye de alışmamıştım.

Belki de bir defasında bana ‘Kazu’ diye hitap etmek için izin istemişti, aynen benim de ona ‘Kasumi’ diye hitap etmemi istediği gibi.

Ben unutmuş olabilirdim, ama Mogi bu tekrarlar içerisinde olan biten her şeyi hatırlıyordu.

“Kazu, beni sevdiğini söyledin.”

“...Evet. Muhtemelen söyledim.”

“Ben de memnuniyetle kabul ettim! Ben de seni sevdiğimi söyledim!”

“........”

Sadece onun ‘Lütfen yarına kadar bekle’ dediğini hatırlıyordum. O kadar. Onun dışında hiçbir şey hatırlamıyordum.

“Demek hatırlamıyorsun, he?”

Ona bir cevap veremedim.

“Ne kadar mutlu olduğumu hayal edebilir misin? Bu tekrarlar esnasında bana dikkat etmen için elimden geleni yaptım. Saçımı yaptım, rimel sürmeye çalıştım, senin ilgini çekmeye çalıştım, hobilerini araştırdım, ne hakkında konuşmayı sevdiğini öğrendim… ve ne oldu biliyor musun? Bir mucize oldu! Tavrın açık açık değişmişti. Benden hoşlandığını fark ettim. Daha önceden beni reddetmene rağmen, itirafımı kabul etmeye başlamıştın. Hatta sen bana itiraf ettin. Bunu her yaptığında, beni umutlandırmıştın. Her defasında, mutlu bir ‘devam’ın beni beklediğini

düşünmüştüm. Bu tekrarların sonunda sona ereceğini düşünmüştüm. Ama ne oldu biliyor musun? ...Kazu—”

Mogi bana ifadesiz bir şekilde baktı.

“—her defasında unuttun.”

Bakışına dayanamadım, ve yere doğru baktım.

“Unuttuğunda bile, bir dahaki sefere hatırlayacağına dair çok umutluydum. İtirafımı her kabul edişinde, bana her itiraf edişinde, sana olan umudumu tekrar tekrar yükselttin. Ama sonunda, hiçbir şey hatırlamadın. Çabucak senden ümidimi kestim. Ama biliyor musun, biri sana itiraf ederse, umut etmekten kendini alıkoyamıyorsun! Ne de olsa, bir mucize olabilir. O yüzden her defasında itiraf ettiğinde, yeniden incitildim.”

Onunla çıkmayı hayal edemiyordum. Ama Mogi benim hayal bile edemeyeceğim bir şeyi gerçek yapmıştı. Ona âşık olmamı sağlamıştı. Belki bu yüzden anılarımın bazılarını hayal meyal hatırlayabiliyordum.

Ama işin sonunda, sevgimi o şekilde kazanmak anlamsızdı.

Dört gözle beklenecek hiçbir şey yoktu.

Sevgimi kazandıktan sonra, oracıkta sonlanıyordu.

Onu bekleyen şey kusursuz bir tek-taraflı aşktı.

Sevgimi kazandıktan sonra bile tamamen karşılıksız kalan tek taraflı bir aşk.

“Öyleyse artık bana itiraf etmeni istemiyordum. Ama yine de geldin. Hala beni sevdiğini söyledin. Ve mutlu olmama rağmen, çektiğim ızdırap çok daha kötüydü… o yüzden sana her defasında bunu söylemekten başka bir çarem yoktu:”

Mogi kesinlikle defalarca duyduğum o kelimeleri söyledi.

“‘Lütfen yarına kadar bekle’.”

Kalbim ağrıyordu.

Bunca süre boyunca, o sözler tarafından en çok incitilen oydu—benden çok daha fazla.

Ama öyleyse Reddeden Sınıfı neden sonlandırmıyordu? Aksi takdirde, tek taraflı aşkı karşılıksız kalırdı. Kutusunu muhafaza etmenin başka sebepleri olsa bile, kesinlikle çok acı çekiyordu.

“Kazu… anlıyor musun? Senin yüzünden acı çekiyorum. Hepsi, hepsi, hepsi senin suçun.”

“O ağzından çıkan saçmalık da neyin nesi öyle?” Maria, somurtkan bir ifade ile onun lafını bölmüştü. “Ne kadar da sorumsuzsun. Sen sadece kendi Reddeden Sınıf’ının ızdırabına dayanamadığın için bütün suçu Kazuki’nin üstüne atıyorsun.”

“...Hayır! Acı çekmem tamamı ile Kazu’nun kabahatı!”

“İstediğini düşün, ama bu durumun sorumlusu Kazuki değil. Seni hatırlayamıyor bile. Kazuki sadece kendi amacı uğruna anılarını koruyor, senin çürük kalbin için değil.”

“Nasıl… Nasıl öyle bir kanıya vardın?

“Neden mi diye soruyorsun?” Maria dimdik durup ona dudağını büktü. “Cevap basit,” dedi lakayt bir şekilde. “Çünkü bu dünyadaki herkesten çok ben Kazuki Hoşino’yu gözlemledim.”

“N—”

Bu acı sözleri duyduktan sonra, Mogi söyleyeceklerini unuttu.

İtiraz etmeye çalıştı, ama ağzı ses çıkartmadan açılıp kapandı.

Ben ağzımı başka bir sebepten dolayı kapattım. Yani, biri öyle bir şey söyleyince utandırıcı oluyordu! Cidden.

“H-Hayır, onu aynı süre boyunca izle—”

“Senin zamanın değersiz.” Maria onun iddiasını rahatlıkla reddetti. “Neler başardığına bakınca, zamanının ne kadar değersiz olduğunu anlamıyor musun? Kendine aynada bir bak. Ellerine bak. Ayaklarına bak.”

Mogi'nin suratı siyahlaşan pıhtılaşmış kan ile kaplıydı.

Mogi'nin elleri bir mutfak bıçağı tutuyordu.

Mogi'nin ayakları Kokone’nin cesedinin yanında duruyordu.

“Lütfen, itiraz etmekten çekinme. Kazuki’yi benim kadar izlediğini dayat bana—sözlerinin herhangi bir anlamı olduğuna gerçekten inanıyorsan.”

Mogi suçluluğa kapılmış gibiydi, ve yere doğru baktı.

Ona hiçbir şey söyleyemedim.

“........heh, hıhıhı. Sen Kazu'yu dünyadaki herkesten çok mu izledin? Sanırım öyle. Belki de tam söylediğin gibidir. Hıhıhıhı, ama bunun önemi yok! Neden olsun ki?”

Yere bakarken kıkırdamaya devam etti.

“Hımf, sana acıyorum. Demek sonunda kırıldın.”

“Sonunda mı…? Hıhıhı… sen ne diyorsun?”

Hiç yukarı bakmadan, mutfak bıçağını Maria’ya doğrulttu.

“En başta aklımın yerinde olduğunu mu düşünüyordun?”

Kafasını kaldırdı.

“Sana güzel bir şey söyleyim, Otonaşi! Öldürdüğüm herkes bu dünyadan kayboluyor!”

Her zamanki gibi, yüzü ifadesiz kaldı.

“O yüzden hiçbir önemi yok! Zaten kaybolacaksan Kazu'yu ne kadar izlediğinin önemi yok!!”

Mogi, Maria’ya mutfak bıçağıyla hücüm etti. Tepki olarak Maria’nın ismini haykırdım. Ama Maria Mogi'ye sıkılmış gibi baktı, tamamen umursamazmış gibi. Maria sadece Mogi'nin kolunu tutarak onu hareketsiz hale getirmişti.

“Off…”

Güçleri arasındaki fark o kadar belli ki, Maria’nın ismini haykırdığım için utanmıştım.

“Özür dilerim, ama bütün dövüş sanatlarında ustalaştım. Basit hamlelerine karşı koymak bir bebeğin kolunu bükmek kadar kolay.”

Mogi'nin elindeki mutfak bıçağı yere düşüp gürültü yaptı.

Silahsız, Mogi mutfak bıçağına hayretler içerisinde baktı.

“...bir bebeğin kolunu bükmek kadar kolay mı…?” Mogi acı içinde fısıldadı, gözleri hala bıçağın üzerindeydi.

“.......hıhıhı”

Ama buna rağmen, acı çekiyor olması gerekiyorken, Mogi gülümsedi.

“Komik olan ne?”

Komik olan ne, mi? Hıh.. haha,

HAHAHAHAHAHAHA!”

Ağzı sonuna kadar açık bir şekilde güldü. Fakat kanlar içindeki suratında gülümseme yoktu. Gülmesine rağmen, ağzının kenarları kalkmamıştı. Gözleri hafifce daralmış olması yerine, sonuna kadar açıktı.

Maria bu kahkahaları duyduktan sonra yüzünü buruşturdu.

“Tabi ki de komik!! Ne de olsa, sen benim kolumu tutmayı bir bebeğin kolunu bükmeye benzettin! Tüm insanların arasında, sen! Sen, Aya Otonaşi, bunu söyledin! Muhteşem! Kesinlikle MUHTEŞEM!”

“Neyi bu kadar komik bulduğunu hala anlamış değilim.”

“Gerçekten mi? Öyleyse, söyle, bir bebeğin kolunu gerçekten bükebilir misin?”

Hala neden güldüğünü anlayamamıştım, ama Maria diyecek sözden yoksundu.

“Neyse artık, yakaladın beni. Afferin sana. Tebrikler. Ee? Amacın neydi tekrar duyabilir miyim?”

“......”

“Biliyorum. Ne de olsa, defalarca duydum. Bu tekrarlayan dünyayı sonlandırmak, değil mi? Öyleyse ne yapacaksın? Sonlandırmak için beni sadece öldürmen gerekiyor, değil mi?”

“...doğru.”

“O dövüş sanatların hepsinde ustalaştığını biliyorum Aya Otonaşi! Bana kendin söyledin! Sen neden… sen neden beni alt ettiğini düşünüyorsun ki? Bu saçmalık değil mi? Bunu fark etmediğimi mi düşündün? Ne kadar da utandırıcı! Utandırıcı, değil mi? Dinle… senin kadar geçmişe geri döndüm, biliyor musun? Seni çok iyi tanıyorum! Beni zararsız hale getirdin. Kolumu tutuyorsun. Ee sonra—?

Mogi tekrar ciddileşti ve sakin bir sesle konuşmaya başladı.

Şimdi bana ne yapacaksın?”

“......”

Maria cevap vermedi.

“Ah seni hassas, hassas Otonaşi. Beni öldüremeyen sen. Bana işkence yapamayan sen. Vücudumun tek bir kemiğini bile kıramayan sen. Öylesine zayıf bir bebeğin kolunu büküp şiddeti reddedecek kadar zarif kalabiliyor musun? Hayır. Yapamıyorsun. Tabi ki de yapamıyorsun.”

Anladım. Maria’nın kaybetmeye devam etmesinin ana sebebi buydu.

Tek seçeneğin şiddet olduğu anda, Maria hiçbir şey yapamazdı. Ve Mogi bunun farkındaydı.

“Bir kere olsun düşün. Bütün bu zaman boyunca seni öldürüp ‘reddetme’ fırsatım olduğunun farkına varmadın mı? Sadece bir baş ağrısı olmana rağmen niye bundan sakındığımı biliyor musun? Bir kere, beni o kazadan kurtaracak kadar naziksin! Ama bununla kalmıyor. Benim sahip olduğumu öğrenip bana karşı ilk defa kaybettiğinde fark ettim.”

Maria dişlerini sıktı.

“Sen benim düşmanım olmaya—layık bile değilsin.”

Uzun zaman önce, Daiya bana kahramanın, transfer öğrencisine göre daha az bilgiye sahip olduğunu ve bu yüzden dezavantajda olduğunu söylemişti.

Ama Kasumi Mogikahraman Aya Otonaşitransfer öğrencisinden daha fazla bilgiye sahipti.

“Bu düzen yetti artık,” dedi Mogi, abartılı bir sıkılmış ses tonuyla. “...Ama önceki seferlerin aksine, Kazuki şu an burada.”

“Yani evet. Öyleyse yeni bir şey denesek mi?”

Mogi mutfak bıçağının sapına tekme attı. Bıçak kanlı zeminin üzerinde dönerek ilerledi ve ayaklarımın yanında durdu.

“Al onu yerden Kazu.”

Neyi yerden alayim? Mutfak bıçağını mı?

Tekrar mutfak bıçağına baktım.

Şimdi üzerinde daha da fazla kan vardı. Koyu, yakut kırmızısı bir parıltı saçıyordu.

“Hey, Kazu? Beni seviyor musun? Eğer öyleyse—”

Başımı kaldırıp onun dudaklarına baktım.

“—Bana o bıçağı ver ve seni öldürmeme izin ver.”

—-Ne?

Anlamamıştım. Söylediği kelimelerin anlamını biliyorum, ama bana şimdi söylediğini anlayamıyordum.

“Beni duymadın mı? Seni öldürebilmem için bana o bıçağı vermeni söyledim.”

Kendini tekrarladı. Herhalde onu doğru duymuştum.

“Mogi, sen çıldırdın mı?! Kazuki’yi sevmiyor musun?! Neden öyle bir şey yapmak istersin ki?!”

“Haklısın. Onu seviyorum! Ama aynen bu sebepten onun ölmesini istiyorum. Acı çekmemin suçlusunun Kazu olduğunu söylememiş miydim? Bu yüzden, onu gözümün önünden uzaklaştırmak istiyorum. En mantıklı sonuç o değil mi?” dedi Mogi, düşünce dizisi tamamen sıradanmış gibi. “İlk başta, sence niye Kazu'nun geleceğini bildiğim halde, yeminizi yuttum? Doğrusu, benim de düzgün bir amacım var! Karar verdim—onu öldürme kararı,” gözünün kenarından bana bakarak bu sözleri söyledi. “Kazu’yu öldürerek onu ‘reddedebilirim’. Gözümün önünden uzaklaşmış olacak. Eğer olursa, artık acı çekmeyeceğime eminim. Burada sonsuza dek kalabilirim.”

“Mogi, o saçmalık da neyin nesi—agh! Ah—”

Maria birden inledi ve dizlerinin üstüne çöktü. Sol tarafını tutuyordu.

“...? Maria?”

Sol tarafından bir şey çıkıyordu.

...he? Bıçaklandı mı?

“Ah—Ma-Maria!”

Maria sol tarafından çıkan nesneye baktı. Dişlerini sıkarak, tereddüt etmeden yabancı cismi çıkarttı. Tekrar ağrı içerisinde inledi. Mogi'ye kaşlarını çatarak, çıkarttığı cismi kenara attı.

Yerde yuvarlanan nesneye baktım. Katlanan türden bir bıçaktı.

“Gardını düşürdün. Her dövüş sanat türünde ustalaşmış olabilirsin, ama hala ani saldıralara karşı açıksın. Bu ucuz bıçak erkeklere karşı hiç etkili değil, ama senin ince vücudun için yeter de artar, değil mi? Özür dilerim, ama bu dünyada ne kadar çalışırsan çalış, bünyen her zaman aynı kalır!”

Maria ayağa kalkmaya çalıştı ama başarısızdı—anlaşılan yarası oldukça ciddiydi. Sol tarafından durmaksızın kan akıyordu.

“Bende çok şey yaşadım, biliyor musun? O yüzden yanımda onu taşımanın daha iyi olabileceğini düşündüm. O bıçak her zaman üzerimde saklıdır.”

Mogi yanıma yürüdü. Eğilip yerdeki mutfak bıçağını aldı.

“Aa—”

Eğlirken tamamen savunmasız olmasına rağmen, küçük bir ses çıkartmaktan öte hiçbir şey yapamadım. Hareket edemiyordum; adeta donakalmıştım. Ağaç gibi orada dikilmek dışında hiçbir şey yapamıyordum.

Vücudum geride kalmıştı. Zihnim gözlerimin önündeki olan biteni kabul edemediği için donakalmıştı.

“Dememiş miydim, Aya Otonaşi? Zaten kaybolacak olan insanlar önemli değil.”

Mogi, Maria’nın üstüne oturdu ve mutfak bıçağını kaldırdı.

Tereddüt etmeden bıçağı aşağı indirdi. Tekrar tekrar. Tekrar tekrar. Maria’nın nefes alış verişi kesilene kadar.

Bütün süreç boyunca, Maria tek bir ses bile çıkarmadı.

“Bokun etrafında uçuşan sinekler gibi sadece gözüme batmakla yetinseydin, canını bağışlardım. Ama hayır, Kazu'ma asılmak zorundaydın!” Mogi sızlanıp ayağa kalktı.

Maria artık hareket etmiyordu.

Mogi, Maria’yı tekrar tekrar bıçaklamak için kullandığı mutfak bıçağına baktı. Ardından, bıçağı ayağımın yanına attı.

Kokone ve Maria’nın kanı içinde kalmış bıçağa tepki olarak baktım.

“Pekala, sıra sende, Kazu.”

Eğilip isteksizce mutfak bıçağına uzandım. Üzerindeki kanın sümüksü hissini alınca elimi hemen geri çektim. Yutkunup tekrar uzandım. Elim titredi. Bıçağı doğru düzgün tutamıyordum. Gözlerimi kapatıp kendimi bıçağı tutmaya zorladım. Gözlerimi tekrar açtım. Elimde Kokone ve Maria’yı öldüren bıçağı tuttuğum için, elim daha da çok titremeye başladı. Neredeyse elimden bırakıyordum. Titremeyi bastırmak için bıçağı iki elimle tuttum.

Aa, yapamazdım.

Bu bıçakla kesinlikle hiçbir şey yapamazdım.

“Ne yapıyorsun Kazu? Hadi… bana bıçağı ver!”

Hayır, sırf ben değildim. Bu bıçakla kimse bir şey yapamazdı.

Bu demek olur ki—

“...Sana bunları yaptıran kimdi, Mogi?

Mogi de bu gaddar eylemleri gerçekleştiremezdi. Bunları tek başına yapmış olamazdı.

Tabi eğer biri onu kendi çıkarları için kullanmadıysa.

Bana şaşkınlıkla baktı.

“...Neyden bahsediyorsun sen? Bana bunları yaptıran biri olduğunu mu ima etmeye çalışıyorsun? Kafan doğru çalışıyor mu Kazu? Bu imkansız!”

“Ama ben sana âşık oldum.”

“.....Nereye varmaya çalışıyorsun?”

“20,000 tekrar yaşadıktan sonra bile, kenara sıkıştırıldıktan sonra bile, böyle bir şeyi asla yapmazsın Mogi- san!”

Bir anlığına Mogi sözlerimden oldukça etkilenmiş gibi gözüktü, ama ardından bana kaşlarını çatıp cevap verdi. “...Anladım. Demek duygularıma oynayarak seni bağışlamamı istiyorsun, he? Hayal kırıklığına uğradım. Senin hiç bu kadar korkak olacağını düşünmemiştim. Demek gerçekten benim için ölmek istemiyorsun, he?”

İstememin imkanı yoktu. Ölmek istemiyordum, ve ölümümün onun kurtuluşu olacağına da inanmıyordum.

“.......Kazu, sence cinayet kayıtsız şartsız tabu mu?”

“...Evet.”

“Hıhıh, ne kadar da namuslu. Evet, haklısın. Kesinlikle haklısın!” dedi ve gözlerimin içine baktı.

“—Pekala, hayatının sonuna kadar… hayır, ebediyen burada kaldığın sürenin tadını çıkar,” dedi soğukkanlılıkla—muhtemelen bu durumun istediğim durumun tam tersi olduğunu bildiği için öyle demişti. “Ne de olsa—kutumu teslim edersem ölürüm.

Başka bir deyişle, Reddeden Sınıf sona ererse, o ölecek miydi? Maria hiç bundan bahsetmemişti.

“Anlıyor musun? Bu kutudan kaçarsan beni öldürmüş olursun. Yalan söylediğimi mi düşünüyorsun? Kutuyu korumak adına saçma sapan mazeret uydurduğumu mu düşünüyorsun? Uydurmuyorum! Biraz düşünürsen anlarsın! Yani, sence neden dileğim geriye dönmekti?”

Biri neden zamanın akışını tersine çevirmek ister? Belki bir felaket olduğu için…?

“O kamyon tarafından neden sürekli ezildiğimi hiç merak etmedin mi? Ama kabul etmeliyim, benim için Aya Otonaşi’nin kendini feda ettiği zamanlar da vardı… ah, bu arada, senin de kendini feda ettiğin zamanlar vardı. Ama çoğunlukla ölen kişi bendim, değil mi?”

“Ah—”

Sakın söyleme—

Sonunda mantıklı bir açıklama buldum.

Mogi neden Reddeden Sınıf’ı sonlandırmıyordu?

O trafik kazası Redden Sınıf içerisinde kaçınılmaz bir fenomendi. Biri, genellikle Mogi, bu kazaya kurban oluyordu. Nedenini bilmiyorum, ama daima oluyordu.

‘Bence—bir şey bir kere oldu mu, bir daha geri alınamaz.’

Bir zamanlar bu sözleri söylemiştim. Maria’nın cevabı da, ‘Düşüncen gayet normal. Ve anlaşılan, Reddeden Sınıf’ın yaratıcısı seninle aynı şekilde düşünüyor.’

Öyleyse, kutuyu yok etme şansına sahip olduğumu varsayalım. Bunu yapmak aynı zamanda—

Beni bir kazanın kurbanı yapmaya hazır mısın?”

—sevdiğim kızı öldürmek anlamına mı geliyordu?

Sağır edici bir çınlama duydum. İlk başta sesi tanıyamamıştım, ama sonra bıçağın yere düştüğünü fark ettim.

“Bana bıcağı bile veremiyor musun? Ne kadar acınası…”

Mogi bana doğru yürüdü. Mutfak bıçağını yerden aldı.

Şimdi beni muhtemelen öldürecekti.

Bunca günahı işlediği için, ancak devam ederek kendini haklı çıkartabilirdi. Eğer yapmazsa, o vicdan azabının altında gömülürdü. O artık kontrolünü kaybetmişti, o yüzden deliye dönüp beni öldürecekti.

Muhtemelen—’Kasumi Mogi’ ilk kurbanını öldürdükten sonra ‘Kasumi Mogi’ olmaktan çıkmıştı.

Onun ifadesiz suratına iki kızın kanı sıçramıştı.

Ayakta duramadığım için benim düzeyime çömelmişti.

Bıçağı tutarak kollarını etrafımda doladı. Kollarını boynumun arkasında kesiştirdi ve bıçağı boynuma, şahdamarıma değdirdi.

Mogi, yüzünü benimkine yaklaştırdı ve ağzını açtı.

“Lütfen, gözlerini kapalı tut.”

Emrettiği gibi gözlerimi kapattım.


Dudaklarıma yumuşak bir şey dokundu.


Ne olduğunun hemen farkına vardım.

Sonunda, derinlerimde bir yerde belirgin bir duygu belirdi. Kokone’nin cesedini, veya Maria’nın bıçaklandığını gördüğümde bile belirmeyen bir duygu.

Kızgınlıktı.

Bunu—affedemezdim.

“Biliyor musun, bu seni ilk defa öpüşüm değil. Ama hep bu kadar sakar olduğum için özür dilerim.”

Bunu affedemezdim. Yani, ne hakkında konuştuğunu bile hatırlayamıyordum. Ve eminim bu tekrarı da hatırlamayacaktım.

“Elveda, Kazu. Seni sevmiştim!”

Mogi gerçekten kimselerle paylaşamayacağı anılarla memnun muydu? Yani, yalnızlığa ne kadar alışık olduğunu düşününce, memnun olabilirdi.


Boyunumun yanından keskin bir acı hissettim.

Mogi'nin ricasına ihanet edip gözlerimi açtım.

Mogi bu duruma üzülmüştü, ama gözlerini zamanında başka tarafa çevirememişti. Aa, sonunda gözlerimiz doğru düzgün buluşmuştu.

Onu elinden tuttum.

Gözümün kenarından, boynumdan gelen kırmızı sıvının aşağıya, onun ellerine akışını, ve oradan da yere nasıl aktığını gördüm.

“...Ne yapıyorsun?”

“Af… edemem…”

“Beni affedemez misin? Hıhı… pek umurumda değil. Bunun farkındayım. Ama önemli değil! Artık vedalaşma zamanı zaten.”

“Öyle değil.”

“...O zaman, ne?”

“Seni değil—günlük hayattan bu kadar ayrı olan Reddeden Sınıf’ı asla affedemem!”

Onun bileğini daha sıkı tuttum. Onun narin eli benimki tarafından hareketsiz bırakılmıştı. Gözlerim bir anlığına karardı. Boyun yaram ölümcül olabilirdi.

“Bı-bırak beni—!”

“Bırakmam!”

Hala ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Onu öldüremeyeceğimden emindim. Ama bir konuyu kesinlikle fark etmiştim: bu Reddeden Sınıf affedilemezdi. O yüzden, katiyen kaybolmamalıyım.

“Seni öldürmeme izin ver! Lütfen, seni öldürmeme izin ver!” diye bağırdı. Bu sözlerin bir reddediş olması gerekiyorken, bana daha çok acılar içerisinde bir haykırış gibi, bir ağıt gibi gelmişti.

...ah, anladım. Sonunda fark ettim.

O ağlıyordu.

Dıştan bakınca, her zamanki gibi ifadesizdi. O gözyaşı dökmemişti. Doğrudan ona baktım. Hemen gözlerini kaçırdı. Onun ince ve narin bacakları bu süreç boyunca titremişti. Kendi hislerini algılayamıyordu, ne de olsa uzun zaman önce bütün ifadelerini kaybetmişti. Ağladığının farkına bile varamıyordu. Gözyaşları artık akmıyordu, çünkü muhtemelen uzun zaman önce kurumuşlardı.

Bunu daha önce fark etmediğim için özür dilerim.

“Beni öldürmene izin vermeyeceğim. Beni reddetmene izin vermeyeceğim.”

“Benimle alay etme! Bana daha çok azap çektirme!”

Özür dilerim, ama onun yalvarışlarını dinleyezdim.

O yüzden—

“Seni ıssızlığa terk etmeyi katiyen reddediyorum!” diye haykırdım.

Belki sadece hayal ettim, ama Mogi bir anlığına rahatladığı hissine kapıldım.

Ama buna rağmen…!

“Ah—”

Gözlerim tamamen karardı. Yanağıma gelen bir darbe sayesinde kısa süreliğine görebilme kabiliyetim dönmüştü. Manzara değişmişti. Mogi'nin kanlar içerisinde kalmış terlikleri gözlerimin önündeydi. Ellerim artık onun bileğini tutmuyordu; öylece güçsüz bir şekilde yerde duruyorlardı.

Bana daha fazla bir şey yaptığından değildi. Sadece kendi kendime yığılmıştım.

Sonunda onu ikna etmenin yolunu bulduğuma emin olmama rağmen, artık hareket edemiyordum. Ağzımı hareket ettirmekte bile sorun yaşıyordum.

“Ben aptalım.”

Sadece onun sesini duydum.

“Sırf bunun yüzünden, sırf böyle bir söz yüzünden, ben—”

Kafamı kaldıramadığım için, o, yüzünde hangi ifadeyle konuştuğunu bilmiyordum.

“..........Öldür… meliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim. Öldürmeliyim.”

Sanki kendisine talimat verir gibi, aynı sözü tekrar tekrar söyledi.

Onun terlikleri kımıldadı. Birinin kanı suratıma sıçradı. Mutfak bıçağından ışık gözlerime yansımıştı.—ah, kullanmayı düşünüyordu.

“Artık gerçekten de elveda, Kazu.”

Çömelip nazikçe sırtımı okşadı.

“—Öldürmeliyim…”

Ve bıçağı—

“—Kendimi öldürmeliyim.”

—kendi vücuduna sapladı.




27,755. Defa[edit]

“Kendimi öldürmeliyim.”

...ve bu şekilde kendime çaresizce talimat verdim. Tek yol buydu. Kendimi sahte ‘kendim’ tarafından tekrar yönetilmekten korumanın tek yolu.

Her şeyi terk edecektim.

Günahlarımı telafi etmek için aklıma gelen tek yol buydu.

Mutfak bıçağını gövdemin ortasına sapladım.

Kazu'nun üstüne düştüm. Yüzü tam benimkinin önündeydi. Sonunda ne yaptığımı fark etmişti ve gözlerini sonuna kadar açmış bana bakıyordu.

Lütfen öyle surat yapma. Onu bir gülümseme ile sakinleştirmeye çalıştım—ama ardından artık gülümseyemediğimi fark ettim. Ne de olsa, asırlardır ne gülümsemiştim, ne de ağlamıştım.

Vücut ısım hızla düşüyordu.

Umarım vücudum içerisindeki pislikler vücut ısım ile birlikte kaybolur…

—Seni yalnızlığına terk etmeyi katiyen reddediyorum!

Teşekkür ederim. Ama bunun imkanı yoktu. Daha baştan beri bu imkansızdı.

Kim nasıl benimle hemfikir olamazdı ki? Yani—

—ben zaten uzun zaman önce ölmüştüm.




0. Defa[edit]

Aah, az sonra öleceğim.

Kamyondan aldığım darbe sonrasında inanılmaz bir süre boyunca yaşamaya devam etsemde, bu düşünceler aklımda sürekli tekrarlanıyordu. Böyle bir darbeden sağ kurtulamazdım. Ölecektim. Hayatım burada sona erecekti.

H-hayır, ölmek iste—

Bu aptal düşünceler daha önce ölümü hiç ciddiye almamış birinindi, her ne kadar sürekli ölmeyi düşünse bile.

Ölmek. Bitirmek. İleride bir şey yoktu. Bu durumun korkunçluğunu daha yeni anlamıştım, ve şimdi ölecektim.

Eğer bu ne olursa olsun olacaksa, en azından aşk dünyamı değiştirdikten sonra olsa olmaz mıydı ?!

Aşkı şimdi anlıyordum!

Bir amacım vardı!

Henüz sevdiğim kişi için hiçbir şey yapmamıştım!

—bu çok acımasızcaydı.


"Hım, bu ilgimi çekebilecek bir durum gibi duruyor."

Bir anda karşımda o belirmişti. Nereden geldiği hakkında bir fikrim yoktu. Daha önemlisi, benimle nasıl normal şekilde konuşabiliyordu? Nerede durduğunu tam olarak göremiyordum. Vücudum o kadar bükülmüştü ki nereye baktığımı bile bilmiyordum. Yine de, o kişi bana bakıyordu. Bu imkansız bir olaydı. Ah, hayır, bu doğru değildi. Bir anda bilmediğim bir yere ışınlanmıştım ve o kişinin karşısında dikiliyordum. Bulunduğum yer bende hiçbir etki bırakmasa da, bu yerin çok özel bir yer olduğunu anlamıştım.

"Beni yanlış anlama, senin kazandan bahsetmiyorum. Bu tarz kazalar dünyanın her yerinde oluyor. Benim ilgimi çeken şey, bu kazanın ilgimi çeken çocuğun yakınlarında gerçekleşmesi."

Neyden konuşuyordu?

Ölürken hayatının gözlerinin önünden geçtiğini duymuştum, ama garip bir yere getirilip acayip bir insanla konuşulduğunu hiç duymamıştım.

Bu kişi azrail falan mıydı?

O herhangi birine benzemiyorken bir şekilde herkesi andırıyordu.

Emin olduğum bir şey varsa: çok çekici olduğuydu. Görünüşü, sesi, kokusu beni büyülüyordu.

"Bu çocuğun yakınında kullanılan 'kutuya' vereceği tepkiyi görmek istiyorum. Ah, tabi aynı zamanda senin kutunu nasıl kullanacağını da merak ediyorum. Sonuçta, bütün insanoğluyla ilgileniyorum. Diğer bir yandan, sen doğalsın, ama sadece bir 'fazlalıksın'."

Bu kişi anlaşılmaz bir şekilde konuşurken bir yandan da gülüyordu.

"Bir dileğin var mı?"

Bir dilek?

Tabi ki vardı.

"Bu kutu her türlü dileği gerçekleştirebilir."

Kutuyu kabul ettim.

Ve o anda, bu kutunun her türlü dileği gerçekleştirebilecek gücü olduğunu anladım. Bu yüzden, kesinlikle eminim ki bu kutuyu asla bırakmamalıyım.

Eğer hayatımın nasıl sonlanacağını değiştiremiyorsam, lütfen, bir kısmını tekrar etmeme izin ver. Sadece dün ne yaptığımı değiştirmeme izin versen bile yeter. Yapmam gereken bir şey var. Sadece dün olsa bile, hislerimi iletebilirim. Eğer sadece bunu yapabilirsem, başka hiçbir pişmanlığım olmayacağına eminim. Cevabı ne olursa olsun, hiçbir pişmanlığım olmayacak. Lütfen, beni zamanda birazcık geri gönder. Bunun imkansız olduğunu biliyorum. Ama yinede, dileğim bu.

Dileği tuttuktan sonra, kutu etçil bir canavar gibi ağzını açmış, beni ve etrafımdaki boşluğu emerek yok olmuştu.


Peki. Böyle olsa da olur.

"Haha—"

Çekici bir gülümsemeye sahip olan kişi benim dileğimi tek bir cümleyle yorumlamıştı.

"—eğer kendini sınırlandırırsan alacağın şey bu olur."

Ve ortadan kayboldu.

Bende neredeyse hiçbir etki bırakmayan bu özel yerden atılmıştım.

Artık karanlığın yalayıp yuttuğu bir depodaydım. Keskin bir koku, sanki sayısız ceset burada terk edilmiş gibi, burnuma saldırıyordu. Öyle iğrenç bir odaydı ki, en soğuk ve nemli bir hapishane bile bunun yanında cennet kalırdı. Ah, eğer burada bir saat bile kalsam bayılacaktım. Ama oda beyaza boyanmaya başlamıştı. Odanın köşelerini bile görmemi engelleyen bir beyazlıktı bu. Sonra, sanki biri tütsü yakmış gibi, iğrenç koku, yerini tatlı bir aromaya bırakmıştı. Gözümü her kırptığımda, kara tahta, sıralar ve sandalyeler beliriyordu. Oda sonunda dolmuş ve geriye sadece gerekli oyuncuları çağırmak kalmıştı. Dün bizim sınıfta bulunan herkesi buraya ekle. Eğer bu mümkünse, bazı şeyleri değiştirebilirim. Dünü yeniden yaşayabilirim.

Bu yer ne kadar güzel boyanmış olsa da, derinlerde, zindandan bile daha iğrenç olduğu gerçeği değişmeyecekti.

Bu benim ölümden sonraki, beyaz —bembeyaz tatlı umudumdu.

Bu yüzden, evet. Eğer amacıma ulaşamayacak olursam—

—Kendimle beraber bu kutuyu da yok etmem gerekecekti. Tatlı küçük dekorasyonlar sınıfa yapıştırılmadan önce, hücrenin iğrençliği gözüme bir kez daha çarpmıştı.





5,000. Defa[edit]

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Haruaki'ye akıl danışırken bana şakayla karışık bu imkansız fikri önermişti.




6,000. Defa[edit]

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Haruaki'ye akıl danıştıktan sonra bana şakayla karışık daha önce defalarca verdiği çözüm önerisini tekrarlamıştı.




7,000. Defa[edit]

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Haruaki şakayla karışık şekilde akla yatan bu çözümü önermişti.




8,000. Defa[edit]

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Haruaki şakayla karışık şekilde mantıklı gelen bu çözümü önermişti.




9,000. Defa[edit]

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Haruaki şakayla karışık şekilde apaçık olan gerçeği önermişti.




9,999. Defa[edit]

Haruaki'nin kendi sözleri onu nasıl yok edeceğimi bana çoktan öğretmişti.

"O kişiyi artık göremeyeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?"

Haruaki bana bir çok yol önermişti - artık duymaktan bıktığım, bir sürü çözüm yolu... Sonunda, o kişiden uzaklaşmanın, suçluluk duygusundan kurtulmanın en iyi yolu olduğu sonucuna varmıştık. Eninde sonunda aynı sonuca varıyorduk.

Ve, her zamanki gibi, bana ekstradan birine karşı o hisleri nasıl yaratacağımı söylüyordu.

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Haruaki şakayla karışık elimdeki son metodu öneriyordu.

"Bu en iyi çözüm yolu. Eğer onu öldürürsen, artık onu görüp görmemek söz konusu olamaz, heheh!"

Haruaki'yi 'reddetmek' neden gerekliydi? Çünkü, bence onun yok olması benim ve Kazu'nun üstünde büyük bir etki bırakacaktı.

Bu dünyada yaşamak sonu olmayan bir Tetris oyununu oynamaya benziyordu. En başta en yüksek skora ulaşmaya çalışıyordun. Ve bu eğlenceliydi de. Ama ortalarda, artık skorunu önemsemeyi bırakıyordun. Sonuçta, artık yeni bir yüksek skor yapmanın bir önemi kalmıyordu; çünkü bu oyun tekrar resetlenecekti ve seninde sıfırdan başlaman gerekecekti. Oyunu kaybetsen bile hiçbir şey değişmeyecekti. Sen hala eğlenmek için elinden geleni yapacaktın, ama istemeyerek oynarsan, ekran bir anda bloklarla dolacaktı. Sıkıcı olmaya, oyun ilgini çekmemeye başlayacaktı. Sinirine dokunacaktı, acı çekmene neden olacaktı. Blokları döndürmek bile istemeyecektin. Umrunda olmayacaktı. Ama umrunda olmasa bile, bloklar gelmeye devam ediyordu. Tepeye kadar birikseler bile, oyunu durduramıyordun. Eğer durursam, ölecektim. Ve bunu istemiyordum. Sonuçta, hala bir amacım vardı. Bu günü hiçbir pişmanlık yaşamadan bitirmek istiyordum. Bu yüzden, bu sistemi bir şekilde kökünden değiştirmeliydim.

Ve Haruaki de bu sistemin önemli bir parçasıydı.

Bu yüzden, onu 'reddetmem' gerekiyordu.

"......bana bir kez daha suçluluk duygusunu nasıl yaratacağımı söyleyebilir misin?"


"...Bir sorun mu var Kasumi? Şey, önemsediğimden değil de..." demişti Haruaki. Her zamanki gibi...

"Neden sadece onu öldürmüyorsun?"

Bana bu cevabı verdiği tam 1,000. seferdi.

Evet! Bu tek yoldu. Aynen, elimden başka bir şey gelmiyordu. Anlıyorsun beni, değil mi? Bana bunu 1,000 kez söyledin, bu yüzden anlaman gerekiyor, değil mi? Daha doğrusu, 'yapmamı' istiyorsun, değil mi?

—seni öldürmemi istiyorsun, değil mi?




10,000. Defa[edit]

"Lütfen dur! Lütfen beni öldürme!"

Yalvarışlarını umursamayacaktım.

Haruaki Usui'yi öldürecektim.

Sonuçta, bunu kendisi önermişti, değil mi?


Haruaki Usui'yi *****düm.

Ve sonra bir anda yok oldum. Kasumi Mogi adlı benliğim artık yoktu. Bundan sonra tahminimce bir daha yerden yere fırlatılan, acı ve çaresizlik içinde kıvranan 'beni' görmeyecektim. Ne olursa olsun, vücudum tekrar canlanacaktı. Vücudumun içi boş olsa bile hiçbir zaman ölü kalmayacaktı.

Boş vücuduma bir şeyin girdiğini hissediyordum.

Bu kutunun içinde doğmuş iğrenç bir şeydi. Öyle anlamsız, öyle iğrençti ki yüzlerce ölü böceğin dışkılarıyla beraber çürümüş cesetleri gibi kokuyordu. Reddediyordum. Sürekli reddediyordum. Ama iyi biliyordum: Ne kadar reddetsem de, bu şey vücudumdaki boşluklardan tekrar içeriye girecekti. Bu aynı bir sırtlan gibi zayıf noktalarımı koklayarak, zayıflıklarımı yiyerek beni mat siyaha boyuyordu. Simsiyah oluyordum, hatta kendi benliğimi bile unutmaya başlamıştım. Aynı yüze sahip sahte bir şeye dönüşüyordum.


Ama hala, hala bitmesine izin veremezdim.

Bu günü kesinlikle pişmanlık duymadan yaşayacaktım!

—pişmanlık duymadan yaşacaktım?

"Hahaha."

Ben salak mıydım? Bunu burada nasıl yapacaktım ki? Burası benim ölümden sonraki dünyamdı. Yani, nasıl bu paralel dünyada yaptığım bir şeyle gerçek dünyadaki pişmanlıklarımı yok edecektim? Eğer bu dünyada Kazuki bana aşkını ilan etse bile bu çok anlamsız olacaktı. Demek istediğim, nasıl diğerinden tamamen farklı bir 'bugün' de aradığım tatmini bulabilirdim ki... Aklıma hiçbir şey gelmiyordu.


Özlemini çektiğim sonuç...

Ona ulaşmak için, bu tekrarlarda elimden gelenin en iyisini yaparak ayakta kalmıştım.

Ama bilmediğim şey nasıl bir sonuca hasret olduğumdu.

Bunca zaman daha ne olduğunu bile bilmediğim bir şeye tutunmuştum.

Ve sonunda, artık bu sonucun var olmadığını anlamıştım.

"Ölmek istemiyorum!"

Aah-Haha. Sonunda anlamıştım.

Demek ki benim dileğim buydu.

Demek dileğim bu yüzden asla gerçekleşmeyecekti.

Ve bunu daha önce fark edemediğimden, kutumu kötü şekilde amacından saptırmıştım. Bu şekli değiştirilmiş dileğim artık ortadan kaybolamayacak 'engeller'e dönmüştü. Onlar çoktan bu kutunun içindelerdi, ve bu yüzden hiçbir zaman yok olmayacaklardı.

Bu 'engeller' benim içimde kalmaya devam edecek, ve sahte beni yöneteceklerdi.

Bu yüzden, ben yok olsam bile bu kutu yok olmayacaktı. Sonsuza kadar...





27,755. Defa[edit]

"Seni yalnızlığına terk etmeyi reddediyorum!"

Sadece bu sözleri duymak bile beni daha önceki Kasumi Mogi halime döndürmeye yetebilirdi.

"Ben bir aptalım."

Çoktan karar vermemiş miydim? Taa en başta, eğer buradaki amacımı unutursam ve kendimi küçük düşürecek olursam bu kutuyu yok etmeye karar vermemiş miydim?

Ama yaptığım sayısız tekrarlar yavaş yavaş, ve en sonda tamamen yok edecek şekilde kararlılığımı eritmişti.

Artık adını bile hatırlamadığım o kişiyi öldürdükten sonra, geri dönme yeteneğimi kaybetmiştim.

Ama—

"Sadece bu yüzden, sadece bu cümle sayesinde, ben—"

—buna hala imkan vardı.

Aşkım beni olabilecek en son anda kurtarmayı başarmıştı.

Ama biliyordum ki hemen sonra tekrar ele geçirilecektim.

Bu kutu beni tekrar ele geçirecekti.

Bu yüzden, ben hala 'Kasumi Mogi'yken,—kendimi öldürmeliydim.


"Hoşçakal, Kazu."


Ve şimdi, bana verdiği onca imkana rağmen yine de mutluluğumu sağlayamayan bu kutu artık sona erecekti.

Sevdiğim kişinin yanında son nefesimi verecektim. Belki de bu mutlu bir sondu. Olabilecek en iyi sondu! O yüzden iyiydim.

Gözlerimi kapadım.

Artık hiç açmayaca—


"Ölmene kim izin veriyor?"

Gözlerim şaşkın bir ifadeyle açılmıştı.

Bana kutumu veren kim olduğu anlaşılmaz kişi yakınımda ayakta duruyordu. Kazu onu fark etmemişti, herhalde onu görebilen tek kişi bendim.

Bakışlarımız kesiştiğinde sakince gülüyordu.

"O çocuğu hala gözlemlemek istiyorum. Eğer bana verdiğin bu sınırsız gözlemleme şansını bozarsan benim için sıkıntı olur."

Ne? ... Bu ne diyordu?

"Ama peki, aynı durumu defalarca seyretmek çok da heyecanlı sayılmaz. Bakalım... kurallarıma karşı gelse de,kutunu halletmemi ister misin? Onunla sadece azıcık oynayacağım. Zaten yok etmek istiyordun, oynamam seni rahatsız etmez, değil mi? "

Cevabımı beklemeden elini göğsüme koymuştu. Bunu yaptığı anda ise...

"Uh, aaaah! AAaaAAahhh!!"

Tahmin bile edemeyeceğim bir acı bütün bedenimi sarmıştı. Kamyon tarafından çarpılmaya alışmış olsam da, kendime bıçak sapladığımda sesimi çıkarmamış olsam da, bu acı öyle bir acıydı ki çığlık çığlığa bağırmama neden oluyordu. Sanki ruhum binlerce küçük parçaya bölünüyordu. Acı doğrudan sinirlerime saldırıyor ve bir an bile rahat bırakmıyordu.

Bir el büyüklüğündeki kutuyu çıkarıp gülümsemişti.

"Aah, çoktan fark ettiğini sanıyorum,bu kutu artık sen olmadan çalışmayacak. Bu yüzden sen de kutuya girmelisin."

Cümlesini bitirdiği gibi, beni katlamaya başlamıştı.

Beni, katlayıp... katlayıp kutunun içine sıkıştırmıştı.

Kazu. Lütfen, Kazu...

Bencil olduğumu biliyorum. Sana yaptığım onca şeyden sonra saçma bir istek olduğunu da biliyorum. Ama, ama —ben artık ben—içimde daha fazla tutamıyorum—

Kazu, bana yardım et—




27,756. Defa[edit]

Reddeden sınıfı bitirip sıradan hayatımı geri kazanmalıyım.

Karşılaşabileceğim en büyük engel ne olabilir ki?

Büyük bir bariyer mi? Mesela, el mahkum şekilde bir binadan diğer binaya ince ip üzerinde geçmek mi? Ya da aynı günü milyon kere tekrar etmek mi?

Sorun bence o değil. Demek istediğim, bu engelleri nasıl aşacağımı eninde sonunda öğrenirim. Ne kadar zor olursa olsun, sahip olduğum sonsuz zaman dilimi içinde gerekli yetenekleri öğrenip sorunun üstesinden gelebilirim.

Hayır, bence karşılaşabileceğim en korkunç şey bu engelin “ne” olduğunu bilmemek olur.

Eğer ne yapmam gerektiğini bilmezsem boş bir tenekeden farkım olmaz. Ve zaman burada donduğu için de, zamanın ilerlemesi sorunu benim için çözmez.

Ve şu an—olabilecek en kötü olasılığı yaşıyorum.

“Sorun ne, Hoşi? Sabahtan beri sende bir gariplik var.”

İlk dersin bitmesiyle başlayan tenefüste, Haruaki hafifçe gülümserken bu cümleyi söylemişti.

Ders yeni bittiğinden sınıftan daha kimse çıkmamıştı. Mogi de yerinde oturuyordu. Evet—38 sınıf arkadaşım da buradaydı..

‘Reddedilen’ kişilerin neden geri döndüğünü sorgularken , bir nedenden ötürü, son tekrardan sonra her şeyi unutmuştum. Sanki bir şeyi keşfettiğimizi hissediyordum, ama hiçbir şey hatırlayamıyordum.

Ama bu da iyiydi. En azından fena değildi.

Eğer önemli bir şey keşfettiysek bu süreçte tekrar keşfederdik. Sınıf arkadaşlarımın hepsinin geri dönmüş olması hala soru işaretli olsa da, bu görevimi etkilemiyordu.

Sorun o değildi.

“Bugün amma sıkıcı~. Neredeyse hiçbir şey olmadı!”

Özel hiçbir şey yaşanmadı.

Kokone’nin bellirttiği şey göğsümde ince bir acıya neden olmuştu.

İnanmak istemiyordum. Şu anki durumu kabul etmek istemiyordum. “Daiya.” Sakin bir ses tonuyla arkamdaki Daiya’ya seslenmiştim. Kafasını bana doğru çevirmiş söyleyeceklerimi bekliyordu.

"Bugün gelecek transfer öğrenciyle ilgili bir şey duydun mu?” kafasını sallamasını umut ederek demiştim. Ama sorum—

"Hah? Neyden bahsediyorsun?"

—kaşlarını çatmasıyla beraber reddedilmişti.

Evet—Aya Otonaşi artık ‘transfer’ değildi.

Ve bu yüzden, ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu. Sahibi bul. Ve sonra? Kutusunu çıkar mı? Kutuyu yok et mi? Bunu nasıl yapacaktım?

Maria ile beraber bir çözüm yolu bulmak istiyordum. Ama bu sadece üşengeç olmamdan kaynaklanıyordu. Tamamen Maria’ya dayandığım için, o burda yokken ne yapacağımı bilemiyordum.

“Ama dinle, günlük hayatımız ve Reddeden Sınıf arasında hiç mi farklılık yok?” demişti Haruaki, soruma karşılık olarak.

Başka ne yapacağımı bilmediğimden ona akıl danışmıştım. Bu yüzden öğle tenefüsü okulun teras katına çıkmıştım ve bütün hikayeyi anlatmamdan sonra bana verdiği cevap bu olmuştu.

Haruaki’yi iyi tanıyordum. Absürd hikayeme inanmadığı için bu şekilde cevaplıyor değildi.

"Aynı...?" “Ah, hayır. Sana inanmıyor değilim, yemin ederim. Sadece, şey, diyelim ki gerçekten Reddeden Sınıf’ın içindeyiz. O zaman senin aradığın günlük yaşamınla, Reddeden Sınıf nasıl birbirinden farklılar?”

"Ne mi farklı? İkisi tamamen—"

"Aynı, değil mi? Kaybolan kişiler, ben de dahil olmak üzere, geri döndü. Aya Otonaşi bu sınıfın zaten bir üyesi değildi. Her şey eski, orijinal haline geri döndü. Yoksa yanlış mıyım?”

Her şey eski haline geri mi dönmüştü?

...Belki.

Sonuçta, Maria’y la Reddeden Sınıf haricinde hiç tanışmamıştık.

Kimse onu tanımıyordu. Bu tamamen doğaldı. Aya Otonaşi’nin varlığı sınıf 1-6‘nın bir parçası değildi, hiç olmamıştı.

Belki bütün bunlar bir rüyaydı? Belki onun varlığını sadece hayal etmiştim?

...Bilmiyordum. Bugün hala ‘2 Mart’tı.

"Ama biliyorsun, eğer biz hala Reddeden Sınıf’ın içindeysek o zaman bugün ,‘2 Mart’, hiç bitmeyecek. Bu yüzden bugünü sıradan yaşamınla nasıl bir tutabilirsin?

Haruaki’nin son dediğime katılacağına emindim. Ama...

"Aslında, bunu çoktan gözden geçirdim."

Beklediğimin aksine, kafasını sallayıp konuşmaya devam etmişti.

Verdiği dosdoğru cevap ağzımı açık bırakmıştı. Haruaki yüzümdeki ifadeyi görünce kafasını kaşımaya başladı.

“Ne demek istediğini biliyorum. Ama baksana, sen bir zaman tekrarının içinde olduğunu bildiğin için rahatsız değil misin? Ya peki, misal, bu zamana kadar yaşadığın sıradan hayatın tamamen uzun, tekrar etmiş günlerden oluşuyorsa? Bunu fark etmezdin, değil mi? Hatta, bende şu an farklı bir şey hissetmiyorum. Şu anda her zamanki hayatımı yaşadığıma ikna olmuş durumdayım. Her ne kadar Reddeden Sınıf’ın içinde mahsur kaldığımı sayıyor olsak bile. ”

O—haklıydı.

Bu tekrarı fark ettiğim “için” rahatsız ve iğrenç hissediyordum. Eğer bunu bilmeseydim rahatsız bile olmazdım.

Eğer şu an Reddeden Sınıf hakkında bir fikrim olmasa aklımdaki bu çatışmayı hissetmezdim bile. Bugün tekrar etse bile önüme konmuş sıradan yaşamımı olabilecek en iyi şekilde eğlenerek harcardım. O kişinin trajik kaderini bilmeden, mutlu ve huzurlu bir şekilde günümü geçirirdim.

Bu yok edilmesi gereken uyduruk bir bencillikten başka bir şey değildi.

"Şimdi anladığına eminim Hoşi. Ne yapman gerektiğini biliyorsun, değil mi?“

"Evet. Ne yapmam gerektiğini iyi biliyorum."

"Aynen. O zaman—"

Haruaki bir anda durmuştu. Şaşkınlıkla arkamı dönmüş, arkamda dikilen Mogi'ye bakmıştım.

"Ne oldu?" diye sordum.

" Kazuki’yi ödünç alıyorum. Tamam mıdır?"

Haruaki ile birbirimize bakmıştık.

"Umm, Hoşi. Söyleyecek bir şeyin kalmış mıydı? Eğer aklına takılan bir şeyler olursa senin için orada olurum. "

"Evet—sağol, Haruaki."

“Ne demek.” Dedikten sonra Haruaki yanımızdan gitmişti.

Benden ne istediğini merak ediyordum. Neden beni bulmak için bu kadar uğraşmıştı?

Mogi'nin yüzüne baktım. Çok güzeldi. Gözlemlememi yaptıktan sonra ise yüzüne bakamayarak gözlerimi başka bir yöne çevirmiştim.

"———"

Bana gelen o olmasına rağmen kaşlarını çatmıştı.

"...Sana garip bir soru soracağım, ama tereddüt etmeden cevap vermeni istiyorum."

"Ah, tamam..."

Kafamı sallamıştım, ama Mogi sinirli şekilde bakmaya devam ediyordu. Başlamaya tereddüt ediyor gibiydi. Bir süre sonra, karar verip doğrudan gözlerimin içine bakmıştı.

"Ben Kasumi Mogi miyim?” —Hah?

Soru o kadar beklenmedikti ki şaşıramamıştım bile. Sadece, orada dikilip, ciddi şekilde bakıyordum.

Mogi gözlerini rahatsız olmuşçasına kenara devirmişti.

"......Um, Mogi? Hafızanı mı kaybettin yoksa başka bir şey mi oldu?"

"...Kafanın neden karıştığını anlıyorum. Ama lütfen soruma cevap ver."

"Sen tabiki de Kasumi Mogi’sin, Mogi...”

Oh vay be, günlük yaşamımda böyle bir şey demezdim herhalde.

Bir nedenden dolayı, “Anlıyorum...” diye mırıldanmıştı. Üzgün bir yüz ifadesiyle...

"Peki o zaman. Şimdi diyeceğim şeye inanmayabilirsin, ama kendini hazırla ve iyi dinle. Ben—"

O anda, Kasumi Mogi, sevdiğim kız, tamamen saçma bir şey söyledi.

"—Aya Otonaşi."

"——Ha? Aya Otonaşi...? Mogi Maria mıydı? Bunun anlamı ne?"

Şaşkınlığımı bastırarak demiştim, ama Mogi konuşmaya devam ediyordu.

"Evet, ben Aya Otonaşi’yim. Herkes beni Kasumi Mogi diye çağırdığından dolayı kendime güvenimi kaybetmiştim. Farklı görünüşüm ve konuşma şeklime rağmen beni öyle çağırıyorlardı. Ama ben kesinlikle Aya Otonaşi’yim.”

Şey, önümde duran kişi Kasumi Mogi’ydi. Görünüşü ve konuşma tarzı hatırladığım Aya Otonaşi’ye cuk oturduğunu kabul etsem de...

"Err... evet, hani mangalarda birden çok kişiliğe sahip olan insanlar konu edilir ya... Belki şu an sen de öyle bir problemle karşı karşıya kalmışsındır...?”

Bu ihtimal de çok saçmaydı, ama en azından bir nedene bağlanabilirdi.

"Onu ben de düşündüm. Ama eğer sorun o olsaydı, şu anki davranışlarımı anlayamazdım ve sen de ‘Aya Otonaşi’ ismini bilemezdin değil mi?”

Evet, onun varlığında hiç ‘Aya Otonaşi’ ismini söylememiştim.

"Bir dakika, o zaman neden bir anda Mogi'ye döndün?"

"...çok karmaşıkmış gibi söyleme şunu. Ben sadece ‘Kasumi Mogi’nin pozisyonuna getirildim. Ona dönüşmedim yani. Şey... her neyse, bu durumu nasıl anlatabilirim... Evet, eğer ben 27,756. tekrarda ’Aya Otonaşi’ysem şu an bir ‘Kasumi Mogi’nin olamayacağını anladın değil mi?”

Kafamı salladım.

“’Kasumi Mogi’ yok oldu. Pozisyonu boşaldı. Sana daha önce ne söylediğimi hatırlıyor musun: Ben kendi isteğimle transfer öğrenci olmadım. Muhtemelen bu sefer bir transfer öğrencisi olarak gelmek yerine boş olan bir pozisyona yerleştirildim.”

Ama bu çok... saçmaydı.

"Bütün sınıfın senle Mogi'yi karıştırmasına imkan yok!”

"Aynen, bunu bende problemli buluyorum. Ama bu sorunla uğraşırken, başka bir sorunun cevabını buldum. Reddeden sınıfın sahibi 27,755 tekrarı da yaşamıştı. Bu yüzden onun kişiliği de değişmiş olmalıydı. Ama, bunu kimse fark etmedi.”

Bu doğru olabilirdi.

“Sonuçta Reddeden Sınıf’ta sahibin yaşadığı değişiklikleri diğerlerinin fark etmesini önleyen bir kural olduğunu varsayabiliriz. Aynı zamanda sahipteki değişim onun başkaları ile olan ilişkilerinden etkilenmiyordu. Kasumi Mogi buranın sahibiydi ama bir nedenden dolayı kayboldu. Ve ben onun yerine geçtim. Kural devreye girdi, ve dış görünüşümle kişiliğim değişmesine rağmen kimse ‘Aya Otonaşi’’nin Kasum Mogi’den farklı biri olduğunu fark etmedi.”

Mogi'nin açıklamaları şimdilik akla yatkındı.

Eğer o gerçekten Maria’ysa, bu güç birliği yapmak için bir neden sayılırdı. Demek istediğim, yalnız başıma ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu. Ama Maria beni yönlendirebilirdi.

Buna rağmen—

"İnanmıyorum.”

—kabul edemiyordum.

Mogi zorlu direnişimi görmüş ve kaşlarını kaldırmıştı.

"...Saçma geldiğini biliyorum, ama beni inkar etmen için neden yok.”

Dudağımı ısırdım.

"Ah, görüyorum. Sen sadece gerçekleri kabul etmek istemiyorsun. Çünkü kabul etmen demek Mogi’nin Reddeden Sınıf’ın sahibi olduğunu da anlamış olman demek oluyor. Ve kabul etmek istemiyorsun, ki bu da akla yatıyor. Sonuçta sen Mogi’yi seviyor—"

"Dur artık!!" Bir anda bağırmıştım.

Tamamen haklısın. Bunu kesinlikle kabul etmek istemiyorum. Ama kabul etmek istemediğim şey Mogi'nin sahip olması değil. Kabul edemediğim şey—

"......Ben Mogi'yi seviyorum," bu sözleri kısık bir sesle söyledim.

"Biliyorum."

Mogi kaşlarından tekini kaldırmıştı, sanki bunu şu an ona söylememe gerek olmadığını belirtiyormuş gibi.

"Bu yüzden— sen kesinlikle Maria olamazsın...!! "

Yumruğumu sıkmıştım. Titreyen ellerme bakınca demek istediğim şeyi anlamış olmalıydı. Gözlerini kocaman açıp ağzını kapamıştı.

Mogi'yi seviyordum.

Bu duygu hiç değişmemişti. Şu an bile...

Bu his değişmemişti—her ne kadar Mogi ‘Aya Otonaşi’ gibi davransa bile.'

Eğer Mogi'nin dediği şeyler doğruysa ben çaresiz bir salaktım. Sevdiğim insanın değiştiğini anlamayacak kadar... Sevdiğim insanın yerine Maria’nın geçtiğini anlamayacak kadar... Onunla ilgili bir problemim yoktu, sadece kendi duygularımla başa çıkamıyordum.

Aşkın gözü kör derlerdi. Ama bu durum bambaşka bir seviyeye çıkarıyordu.

Sahte.

Çok uzun süredir sahip olduğum aşk sahteydi.

Bu yüzden kabul edemezdim. Onun ‘Aya Otonaşi’ olduğunu kabul edemezdim. Çünkü kabul ettiğim anda, bu aşk sona ererdi. "Mogi'yi seviyorum!" Sanki ona savaş açıyormuş gibi söylemiştim.

Bir şey demeden yere bakıyordu.

Dünyadaki en berbat aşk itirafında bulunmuştum. Aşkımı ilan ederken karşı tarafın ne hissettiğini düşünmemiştim bile. Yaptığım sadece gerçeği inkar etmek olmuştu.

Yumruğumu daha güçlü sıkmıştım. Ama yine de, söylemem gerekiyordu.

"Eğer Maria olduğunun arkasında duruyorsan, bana kanıtla!”

Bir süre daha yere bakınmıştı.

Ama üzerinden çok vakit geçmeden kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladı.

"Kazuki. Eğer seni Reddeden Sınıfa kaybetsem bile benim görevim değişmeyecek. Bu yüzden en başta seni yalnız bırakmaya karar vermiştim. Buna rağmen, öyle yapmak istemediğime karar verdim. Sırf böyle bir şey yüzünden dizlerinin üstüne çökmeni istemiyorum.”

Elimi tutmuştu. Yüzüne bakıyordum. Bakışları doğrudan gözlerimin içineydi.

"Benim ‘Aya Otonaşi’ olduğumu fark etmeni istiyorum."

Elimi göğsüne getirmişti.

"N-Ne—?"

"Ben bir kutuyum," demişti, kötü bir yüz ifadesiyle. "Bu yüzden, ben ‘Kasumi Mogi’ adlı insan değilim.“

"Ama yaptığın şey dileğini gerçekleştirmek, değil mi? Aynı şey Mogi için de geçerli! Bana kutunu göstermen senin ‘Aya Otonaşi’ olduğunu kanıtlamaz!”

Başını sallamıştı.

“Masallarda genelde tek bir dileği gerçekleştiren periler olur değil mi? Böyle bir hikaye duyduğunda, hiç şunu düşündün mü: ’Neden sınırsız sayıda dilek istemeyesin?’”

Onaylarcasına kafamı salladım. Böyle yaparak bir kişi sonsuz dilek hakkına sahip olabilirdi.

“Bu biraz utanç verici, ama benim dileğim de öyle bir şey,” demişti, kendiyle alay eden bir ses tonuyla. “Benim dileğim— diğer insanların dileklerini gerçekleştirmekti. Böylece dilekleri gerçekleştiren bir varlık oldum.”

"Bu—"

Aynı kutu gibiydi.

Bu dilek gayet mantıklı ve sağlam duruyordu, e peki neden yüzünde kendini küçümseyen bir gülümseme takınmıştı?

"Ama bunun gerçekleşebileceğine tam olarak inanmamıştım. Kutu benim dileğimi tamamen gerçekleştiremedi. Beni kutu olarak kullanan herkes ortadan kayboldu. Bunun nedeni ise aklımdaki bir düşünceden dolayıydı: ‘Gerçek dünyada dileklerin kolayca gerçekleşmesine imkan yok. ’”

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Bu kutuların kendilerini tatmin etmek için bizim hayatımızla oyuncak gibi oynamalarının bir sınırı yok mu? “Kazuki, kutumu ellemene izin vereceğim. Ondan sonra ‘sen kimsin’ diye aptal bir soru sormana gerek kalmayacak.”

Elimi sıkmayı bıraktı ve göğsünden içeriye doğru itti.

Kalp atışlarını hissedebiliyordum.

O anda—

"Ah—"

Denizin dibine batmıştım. Dipte olsam bile, pasparlaktı, sanki güneş benimle beraberdi. Çok güzeldi. Su tarafından büyülenmiştim. Ama soğuktu. Nefes alamıyordum.

Herkes mutlu görünüyordu. Herkes mutlu görünüyordu. Herkes mutlu görünüyordu. Denizin dibinde... İnsanlar balıklarla beraber oynuyordu. Boğuluyorlar, yutuluyorlar, donuyorlar, su basıncıyla büzülüyorlar , gülüyorlardı. Bir anlamı yoktu. Bir iletişim yoktu. İnsanlar kendi kukla gösterileriyle oynuyor, kendi televizyon şovlarına, kendi komedilerine oynuyorlardı. Herkesin mutlu olduğu bir trajediydi bu.

Bir kişi ağlıyordu.

Sadece bir kişi, insanların mutlu şekilde HAHAHAHAHAHAHAHA şeklinde gülmeleri tarafından etrafı sarılmış, ağlıyordu.

Kafamı salladım. Bu benim hayal gücümdü. Sadece hayal gücüm. Burada hiçbir şey görmüyordum!

Ama anladığım bir şey vardı. Birisinin hislerini anlamıştım ve onların beni bırakmaya niyetleri yoktu.

Sonsuz bir yanlızlık...


Denizin dibinden çıkmış ve daha önce bulunduğum yere geri dönmüştüm.

Ellerimi bırakmıştı.

Elimi göğsünden çıkardıktan sonra yorgun bir şekilde dizlerimin üstüne düşmüştüm.

Aynı zamanda, yanaklarımın gözyaşlarıyla ıslandığını fark ettim.

İnkar edemezdim. “O”nu gördükten sonra, artık inkar edemezdim.

"Bu benim kutum—Kusurlu Mutluluk.”

O—'Aya Otonaşi'ydi.

Mogi de bir kutu taşıyordu? Artık önemli değildi. Bu Maria’yı inkar etmek için sunulabilecek bir arguman değildi. Mantığa ihtiyaç yoktu. Ona dokunduğum anda anlamıştım. Onun Maria olduğunu anlamıştım.

Başkasının görmesini istediğini sanmıyordum. Yine de, bana göstermişti.

Bu yüzden Reddeden Sınıf’a kaybetmeyecektim.

"Maria, özür dilerim..."

Maria gülümseyerek kafasını sallamıştı.

"—"

Kendi duygularımla başa çıkamıyordum.

Anlamıştım—onun ‘Kasumi Mogi’ olmadığını, ‘Aya Otonaşi’ olduğunu anlamıştım. Ama ona karşı hissettiğim duygular değişmemişti. Gülüşü aşırı derecede tatlı geliyordu. Aşkımdan arta kalanlar yok olmak yerine iyice kafamı karıştırıyordu.

Bu aşka olan bağlılığım beni o kadar etkilemişti ki gözyaşlarım bir türlü durmuyordu.

"Kazuki."

Maria adımı söyledi.

"Eh?"

Ve sonra tahmin edemeyeceğim bir şey yaptı.

Bana sarıldı.

Ne yaptığını biliyordum, ama nedenini anlayamıyordum.

Çok çekingen sarılıyordu, Maria’dan beklenmezdi.

"Adımı hatırlayan tek kişi sendin."

Bilmece gibi konuşuyordu.

"Eğer sen olmasaydın tamamen yalnız olurdum. Kabul etmek istemesem de, senin sahip olduğunu düşündüğüm zaman bile beni sen destekledin. Bu yüzden—"

Sonunda ne yapmak istediğini anlamıştım.

"—“benim” seni desteklememe izin ver. "

Kollarını belimde birleştirmişti. Dediklerine zıt olarak zayıf sarılıyordu, beni desteklemekten ziyade sarıyor gibiydi.

“Hala beni sevdiğini hissederken seninle nazikçe ilgilenebildiğim için mutluyum.”

Bilmiyordum.

Bu duygunun ‘Kasumi Mogi’ için mi, ‘Aya Otonaşi’ için mi, yoksa ikisi birden için mi olduğunu bilmiyorum.

Bildiğim tek şey aşırı derecede mutlu olduğumdu.

"Ah."

Belki—

Belki Maria sadece benim için kutusuna dokunmama izin vermemişti. Sonuçta, onu ‘Kasumi Mogi’ olarak çağırmamı istemiyordu. Bu demekti ki benim onun varlığını fark etmemi istiyordu.

Bu tezi kısa bir süre düşününce çok abarttığımı fark edip istemsiz şekilde gülmeye başlamıştım.



“Hoşi, ben ayrıldıktan sonra Kasumi’yle ne hakkında konuştun?”

Okul bitti. Haruaki suratında kocaman bir sırıtma ile göğsümü dürttü.

“Biliyorum: Sana itiraf etti, değil mi?”

“Ah… hayır…”

Yani, bana ‘Aya Otonaşi’ olduğunu itiraf etti, o yüzden bir bakıma, haklıydı.

“Aa? Kaçamak cevap vermeye calışıyorsun! İçime kurt düştü! Tam isabet deme sakın?! Lanet olsun, kıskandım! Kasumi gerçekten güzelleşti, değil mi!”

Ah, anladım.


Haruaki’nin neşeli gevezeliğini dinlerken, sonunda ne yapmam gerektiğini fark ettim.

Maria ile yeniden bir araya gelebilmek rahatlatıcı olmasına rağmen, sahip, ‘Kasumi Mogi’ kaybolduğundan ne yapacağımı bilememiştim.

”Eğer Kazuki Hoşino’yu düşmanın yaparsan, bir ölümsüze karşı savaş ilan etmiş olursun!”

Haruaki’nin bir zamanlar Maria’ya söylediği sözleri hatırladım. Bu uzun zaman önce olmuştu, o yüzden tam kelimelerinden emin değildim artık.

Doğru. Ne olursa olsun, onun desteğini elde etmeliydim.

“Haruaki. Önceki konuşmamızı devam ettirebilir miyiz?”

Çat kapı bunu sorunca bir an affallamıştı, ama ardından gülümsedi ve başını salladı.

“Sana daha önceden ne yapmam gerektiğinin farkına vardığımı söyledim, değil mi? Sana vardığım sonucu söyleyim.”

Haruaki’nin gözlerinin içine bakıp savaş ilan ettim.

“Ben—Reddeden Sınıf’a karşı savaşacağım.”

Keskin ilanımı duyduğunda gözlerini sonuna kadar açtı.

“Ehm, dinle… Sana açıkca anlatmamış mıydım? O Reddeden Sınıf’ta olsak bile, bilmediğin sürece önemi olmamalı.”

“Evet, ama bunu kabul edemem! Her şeyin tekrar ettiği, hiçbir gelişme kaydedemediğim bir günlük hayatı kabul edebilmem mümkün değil!”

“Neden?”

“Çünkü—şu an, şurada, onu biliyorum.”

Belki Reddeden Sınıf’ın içinde olduğumu unutsam hayatım sorunsuz bir şekilde devam ederdi.

Fakat, onun farkındaydım. Bu dünyanın sahte bir günlük hayattan başka bir şey olmadığını biliyordum.

Öyleyse, görmezden gelemezdim.

Belki de bu sadece rahata düşkünlüktü. Ama yine de haklı olduğuma inanıyordum ve hiçbir farklı şekilde davranamazdım.

“...Yani, sana kalmış, ama bu kadar inatcı olmaya karar vermenin bir sebebi var mı?” Diye sordu Haruaki merakla.

Bir sebep mi…? Hakiki günlük hayat için böylesine ısrar etmemin sebebi mi? ...Evet, günlük hayatıma olan bağlılığım normal olmayabilirdi.

“Hayatın buna bağlıymış gibi gözüküyorsun,” diye fısıldadı Haruaki.

Ah, doğru. Buydu. Sebep besbelliydi.

“Bu—hayatın anlamı.”

Haruaki şaşkınlıktan gözlerini sonuna kadar açtı.

“Hayatın anlamı mı? O da ne? Ne demek istiyorsun?”

“Tam olarak açıklayamıyorum, ama… örneğin, hiç çalışmadığın sınavdan 100 almak seni hiç mutlu etmez, değil mi? Ama iyi bir not için çok çalıştıktan sonra 100 aldığında, mutlu olursun, değil mi?”

“O konuda haklısın: uğruna çok çalıştığım şeylere çok daha fazla değer veriyorum, oysa gerçek değeri değişmiyor!”

“Bence, yaşamanın anlamı bir şeyi gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bunun bir abartı olduğunu düşünmüyorum.

Yani, herkes bir gün ölecek. Hayatın sonucu ölümdür! Sadece en son neticeyi umursamak beni korkutuyor.”

“Herkes bir gün ölecektir… Doğru.”

“Eğer bu her şeyin geçersiz ilan edildiği Reddeden Sınıf ise, bunu kabul edemem. Hayatın anlamını korumak adına

hakiki günlük hayatımla ilgilenmem gerekiyor. O yüzden, gerçek günlük hayatı reddeden kutuyu reddediyorum.”

Haruaki itirafımı büyük bir ilgiyle dinledi.

...Belki de bunların hepsini ona söylemem gerekmiyordu. Haruaki bana yine de yardım ederdi.

“Haruaki, bana yardım eder misin?”

Tereddüt etmeden, Haruaki bana doğru baş parmağını kaldırdı.



Haruaki’nin önerisi üzerine, Kokone ve Daiya’yı da getirmeye karar verdik. Beşimiz daha önceden Maria’yla ziyaret ettiğim lüks oteldeki yatağın etrafında toplanmıştık.

Bütün hikayeyi Kokone ve Daiya’ya anlattım.

Esasında, Maria’nın bunun bir zaman kaybı olacağı şeklinde şikayet edeceğini beklemiştim, ama çoğunlukla sessiz kaldı ve hatta ara sıra birkaç yorum bile ekledi. Belki de konu hakkında birkaç yeni fikir duymak istemişti.

“Ehm… Yani bize Kasumi’nin gerçekten Kasumi değil, Aya Otonaşi olduğunu, ve gerçek Kasumi ise Reddeden Sınıf’ı yaratan sahip, ve bulunduğu yeri bilmediğimizi söylüyorsun… Ve şimdi de bir çözüm istiyorsun, he…? ...Ne dediğine dair hiçbiiiiiir fikrim yok! Beni kaybettiiiiin!” Kokone yatağa lop diye oturdu. “Aa, bu yatak

müthiş.”

“Yatak hakkındaki izlenimlerini sormadım ama.”

“Biliyorum!” diye bağırdı benim şakacı yorumuma yanıt olarak. Kokone davranışlarına rağmen, muhtemelen sorunu cidden derin derin düşünüyordu.

“Bir soru soracağım,” diye araya girdi Daiya. “Eğer Reddeden Sınıf’ın içerisindeysek, o sözde kaçınılmaz kaza

tekrar meydana gelecek, değil mi?”

“Gelmeli, evet.” diyerek cevapladı Maria.

Ha…? Daiya bunu ciddiye mi alıyordu?

“O aptal bakış da neyin nesi Kazu? Ağzını açıp kapatıyorsun—yemli bir kancanın önündeki sazan mısın?”

“Aa, hayır—sadece bizim Reddeden Sınıf hakkında dediklerimize o kadar kolaylıkla inandığına şaşırdım.”

“Ha! Sanki inandım,” dedi Daiya.

“—Aa, ha…?”

“Tahtası eksik bir tek sen olsan umurumda olmazdı, ama şu anda Mogi bile garip şeyler söylüyor. Olan bitenler için başka bir açıklama olmalı, ama onları kuramlamak fazla yorucu. O yüzden şüpheci davranmamaya ve kendi kolaylığım için Reddeden Sınıf’ı kabul etmeye karar verdim.”

Kısacası, bize yardım mı edecekti?

“Ee sonra Daiyan? Kaza yine gerçekleşebilir. Sonra?” Haruaki onu devam etmesi için zorladı.

“Evet. Her zamanki gibi kaza gerçekleşirse kurban kim olacak? Mogi artık yok, değil mi?”

“Ben olacağım, sanırım… O rolü de üstlenmem doğal, mevkisi de üzerime zorla verildiğine göre.”

“Kurban her zaman Kasumi miydi?” Diye sordu Haruaki.

“Hayır, onu kurtarmaya çalışırken başka insanlar da bazen ezilirdi. Yani Kazuki, Mogi, ben, ve sen bile vardın. Çünkü ben Mogi’yi kurtarmaya çalışırken sen de beni kurtarmaya çalıştın. Hatta, bunu birkaç yüz defa yaptın.”

“Oha! Hadi be? Bir dakika, birkaç yüz defa biraz imkansız değil mi? ...Aa, hayır, muhakkak öyle değil, he. Aynı insanın aynı durumda aynı eylemde bulunması oldukca mantıklı.”


“Daha da kötüsü, çoğu durumda bana önceden itiraf ettin,” diyip iç çekti Maria.

“Sevdiği kadını kurtarmak için kendini feda eden adam… İşte bu! Ne kadar da havalıyım!”

“Açık söylemek gerekirse, Seni alakadar etmez.”

“N-Ne kadar acımasız.”

“Yani, nasıl hissettiğimi hayal etmeye çalış. Birinin seni sevdiğinden dolayı kendisini feda etmesini izlemenin

ne kadar dayanılmaz olduğunu hayal bile edemezsin… Bana kutunun izini sürme şeklimin altında yatan kibri belirttin. Şüphesiz irademi yok etmenin en eziyetli yoluydu.”

“Hımmmm…” Haruaki yüzünü ekşitti.

Ama sanırım hiçbir pişmanlığı yoktu, çünkü yaptığı şeyler yanlış değildi.

“Hazır konusu açılmışken, sana kaç defa itiraf ettim Aya?”

“Tam 3,000 defa.”

“O-Oha, tutkuluymuşum…”

“Demek 3,000 defa reddedildin! Bu yeni bir reddedilme rekoru olmalı! O kadar kötüsün ki neredeyse sevimlisin Haru!”

“Kapa çeneni Kiri!”

O ikisi beni hep güldürebiliyordu.

“Mogi… Ah, hayır, sana şimdilik Otonaşi diye hitap edeceğim. Otonaşi, Mogi neden orada olacakları bilmesine rağmen sürekli kaza mahalline gitti ki?”

Maria, Daiya’nın sorusuna tepki olarak kaşını kaldırdı ve yanıt verdi.

“Çünkü bu Reddeden Sınıf’ın kurallarının bir parçası. Oomine, bunu sana söylememe muhtemelen gerek yok, ama kazayı defalarca engellemeye çalıştım.”

“Yani, tabi ki de kendini hemen feda etmezsin. Öyle bir şeyi yapmaya bir süre düşündükten sonra karar verdiğine inanmak daha doğal. Kendi adıma konuşmak gerekirse, ezilmeyi asla seçmezdim.

“Hey, neden kaza hakkında konuşuyorsunuz? Kasumi’yi bulmazsak hiçbir şey çözülmez, değil mi?”

Kokone onları bölerken başını yana eğdi. Daiya memnuniyetsizlikle yüzünü yana çevirdi.

“Bu insansı ses üretici gerçekten sinirlerimi bozuyor.”

“Ahaha. Keşke sen kamyon tarafından 20,000 defa ezilseydin, değil mi?☆

“Sadece soruyorum Kiri ama, Mogi’yi bizim için nasıl bulacaksın?”

“Yani… ben ne biliyim. Ayrıca, senin daha iyi bir fikrin var mı?!”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Ho… Bana ses üreticisi derken masum numarası yapabilidiğine hayret ettim. Neden ‘Oomine’ soyisminden vazgeçip onun yerine kendine ‘Bay Masum’ demiyorsun? Oha, cuk oturdu!”

“Hiçbir fikri olmayan tek ben değilim. Başka kimse de bilmiyor. Değil mi?”


Haruaki ile birbirimze bakış attık. Yani, Daiya haklıydı. Bilseydik, hemen söylerdik.

“Böylelikle, başka bir çözüm aramamız gerekiyor. Haliyle, kamyon kazasına değindim, ki bunun da bu tekrarlarda özel bir olay olduğu belli. Bu tamamen sıradan bir düşünce. Bayan İnsansı saçmalık üreticisi, açıklamamı

anlayabildin mi?”

“Off…”

Kokone sinirden dişini sıktı, açıklaması onu alt etmişti.

“Her neyse, kazayı engelleyerek biraz ilerleme kaydedebiliriz, o yüzden denemeye değer. Demeye çalıştığın bu, değil mi Daiyan?”

Daiya, Haruaki’nin özetine yanıt olarak başını salladı.

“Aynen öyle. Ama eğer engelleyemezsek hiçbir anlamı yok.”

“Hayır—” Maria, onun beyanına karşı çıktı. “Denemeye değer olabilir. Tek başımayken bulunabileceğim eylemler sınırlıydı, ama bu kadar insanla sonuç farklı olabilir.”

“İnsan sayısı gerçekten fark eder mi? Kaçla çarparsan çarp, sıfır sıfırdır. Aynısı yüzleştiğimiz imkansızlık için de geçerli değil mi?” Diyerek itiraz etti Daiya.

“Ne demeye çalıştığını anladım, ama hala bir olasılık olduğuna inanıyorum. Şartlar değişti ne de olsa: Ben Mogi değil, ‘Aya Otonaşi’yim,’ öyleyse olasılık artık sıfır olmayabilir. Alakalı olan insanları arttırarak olasılıkları yükseltmemek için hiçbir sebep yok, öyle değil mi ama?”

Daiya kollarını kavuşturup bir süre düşündü. Sonunda başını salladı, “Haklısın,” diyerek.

“Peki! Karar verildi, deneyeceğiz! Kazayı bir şekilde engelleyeceğiz! İtiraz var mı?”

Kimse Haruaki’nin söylediklerine itiraz etmedi.

Evet. Bu muhtemelen işe yaramalıydı.



Sabah erkendi, kazanın her zamanki zamanından bir saat önceydi.

Kaza mahallinde, kavşakta, şemsiyelerle dikiliyorduk.

Haruaki ile birlikte, eğer gerekirse, Maria’yı kurtaracaktık. Eğer kaza yine de meydana gelirse tehlikeli olacaktı, ama ikimiz de özgür irademiz ile rollerimize karar vermiştik.

Maria söz konusu kamyonu bulup zorla girecekti. Eğer şöför koltuğunda oturursa ezilme ihtimalinin azalacağını düşünmüştü.

Endişeliydim. Başırısız olamazdık. Dün gözüme uyku girmemişti. Endişeden, ve bir şeyi doğrulama arzusundan,

Maria’yla telefon üzerinden saatlerce konuştum.

Haruaki’nin yüzüne baktım.

Benim aksime, o endişeli gözükmüyordu. İfadesi tamamen sıradandı. Reddeden Sınıf’ta her zaman gördüğüm surattı.

Bu sefer ‘Sınıfı’ yok edebilme ihtimalimiz var.

Kaza olsa da olmasa da.

“Haruaki, beklerken biraz konuşmak istiyorum, olur mu?”

“Neden bu kadar resmisin? Tabi ki de olur!”

Şemsiyeme vuran yağmur damlaların sesini duyunca tepkisel olarak gökyüzüne baktım.

“Mogi hakkında.”

“Kasumi mi? Ehm, Otonaşi değil de, asıl olan mı?”

Başımı salladım.

“Sana onun bizi… öldürdüğünü söylemedim, değil mi?”

“...Bu kulağa biraz canice gelmiyor mu ya?” Haruaki kaşını kaldırdı.

Onu bunu öğrenmekten alıkoymaya çalışıyor değildim. Ben sadece Mogi'nin sahip olduğunu fark edene kadar olanları hatırlayamıyordum.

Ve sahibin kimliğini hatırladığım an sanki zincirlerim kırılmış gibi, geçen tekrara ait bütün anılarımı hatırladım.

“O beni, Maria’yı, Kokone’yi ve muhtemelen seni bile öldürdü.”

“...Biz öldürüldük mü? Kasumi tarafından mı? Niye ki? Ne sebeple?”

“Başkalarını ‘reddetmek’ uğruna yaptı! İlk başta Reddeden Sınıf içerisinde her şey geçersiz kılınıyordu. Öyleyse birini öldürsen bile, hiçe sayılır. Ama anlaşılan Mogi kendi elleri ile başkalarını öldürerek onları ‘reddedebiliyor.’ Sanırım bunu yapmasının sebebi bu sayede tüm kalbiyle onlarla bir daha asla görüşmemeyi dileyebilmesi.”

Haruaki yüzünde ciddi bir ifade ile başını salladı. Ona çoktan ‘reddetmeyi’ anlatmıştım, ve öyle bir şey olduğunda, kimse ‘reddedilen’ kişiyi hatırlayamıyordu.

“Kasumi’miz yaptı, he… oldukca inanılmaz. Ama… yani, neredeyse 30,000 tekrar yaşayarak Kasumi’nin bile bu hale

gelmesi şaşırtıcı değil sanırım. Aklıma yattı.”

“Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?” Diye sordum.

“Hım? Yani, hayal etmesi biraz zor olabilir, ama öyle bir durumda herkes birazcık çıldırır, değil mi?”

“Öyle. Ama ne biliyor musun? Çıldırsan bile, yine de cinayet işlemezsin. O şekilde düşünmek normal değil!”

“Öyle mi düşünüyorsun? Kendi bakış açına fazla odaklanmıyor musun?”

Belki. Ama buna inanamıyordum. Demeye çalıştığım şey, birini reddetmenin en etkili yöntemi o kişiyi öldürmek, çünkü bu eylem Mogi'ye vicdan azabı çektirir. Öyle bir insanın tek başına öylesine insaniyetsiz bir suç düşünebildiğine inanamıyordum.

“...sen Maria’ya 3,000 defa itiraf ettin ve onun yerine yüzlerce defa ezildin, değil mi?”

“Sanırım öyle. Şu anki halimle, hatırlayamıyorum tabi.”

“Evet. Ama her şeyi göz önünde tutarsak: senin eylemlerin ona acı çektirdi, değil mi?”

“Ah— ...bilerek değildi ama,” dedi Haruaki yüzünde acı bir gülümseme ile.

“Acı çekti çünkü herhangi bir mesaj, ne kadar saçma olursa olsun, Çok fazla tekrarlanırsa anlam kazanır. Örneğin: güzelliğinden ne kadar emin olursan ol, biri sana bin defa çirkin olduğunu söylerse, sen o

özgüveni kaybedersin—o yorum sadece şakasına söylense bile.”

“Yani, sanırım öyle.”

“Böylece, sen Maria’ya 3,000 defa itiraf edince, senin farkında olmaktan kendini alıkoyamadı. Ve biz Maria’dan bahsediyoruz. İnan, ona karşı çıktığında etkilenmedi değil.”

‘Eğer Kazuki Hoşino’yu düşmanın yaparsan, bir ölümsüze savaş ilan etmiş olursun!’

O sözleri bir defa daha hatırladım.

“...Aa? Aya'nın hikayesini mi tetikledim?”[1]

Hafifçe gülümsedim ve onun esprisini duymamazlıktan geldim.

“Öyleyse, ya biri Mogi'ye cinayeti çözüm olarak bin defa önerdiyse? Bu, Mogi'yi başka bir çözüm olmadığına inandırmaz mı? Ne de olsa, o pek de başkasına dayanamıyordu ve çıldırmak üzereydi.”

Haruaki başını salladı.

“..bunun zor olacağını kabul ediyorum. Ve bu esasında mümkün de. Ne de olsa, onunla konuşan kişi duraklamış vaziyette olurdu. Onun eylemleri ve değerleri değişmezdi. Aynı şeyi tekrar tekrar söylemesi doğal olurdu. O,

bir şeyi bir defa söylediyse, muhtemelen aynı şeyi birkaç bin defa da söylerdi.”

“Haklısın. Ama ben o senaryodan endişelenmiyorum. Bu kimsenin suçu olmayan bir kaza gibi olurdu. Ama—”

Sonunda tehdit edici gökyüzünden gözümü ayırdım.

“—ya biri bilerek onu köşeye sıkıştırmak için sözlerini ve eylemlerini seçtiyse?

Ve ardından—Haruaki’ye odaklandım.

Ona dik dik bakmama rağmen Haruaki rahatsız olduğuna dair hiçbir belirti göstermedi.

“Hım? Ama bu imkansız, değil mi?”

Haruaki’nin suratındaki ifade tamamen sıradan gözüküyordu.

“Yanılıyorsun! Örneğin, eğer isteseydik, Maria’yla yapabilirdik. Eğer biri Mogi ile baş ederken sürekli olarak anılarını kaybetmiş numarası yaptıysa, bu mümkün!”

Haruaki sözümü hiçbir itirazda bulunmadan dinledi.

“İlk başta anılarını muhafaza edebilmenin bir avantaj olacağını düşünmüştüm. Ne de olsa, ne kadar çok bilgi varsa, o kadar iyidir, değil mi? Ama bu her zaman doğru değil. Anılarını muhafaza etmek aynı zamanda anılarını kaybedenler ve kaybetme numarası yapanlar tarafından yapılan saldırılara maruz olduğun anlamına gelir. Anılarını kaybeden insanlar güvenli bir bölgede yer alıyorlar. Ön saflarda duran bizlere güvenli pozisyonlarından saldırabilirler.”

Öyle bir saldırıyı sevdiğim kıza itiraf ettikten sonra ‘Lütfen yarına kadar bekle,’ ile cevapladığında yaşamıştım. Ama gerçi, o güvenli bölgede durmuyordu.

“Ya biri Mogi'ye kasten o güvenli bölgeden saldırdıysa? Onun ızdırabının farkında olan, onun kaçamamasını sağlayan ve onun için bir ‘cinayet’ seçeneği hazırlayan biri. Eğer öyleyse—”

“Eğer öyleyse, Kasumi’yi kontrol eden herif kasten cinayetlere katkıda bulundu,” dedi Haruaki gelişigüzel bir şekilde.

Benim iddiamı reddetmedi.

“Tek hedefin Mogi olduğuna emin olamayız.”

“...ama?”

“Yani, önlerde duran tek kişi o değildi. Maria da, ben de oradaydık. O kişinin amacına bağlı olarak, ayrıca beni ve Maria’yı kullanmaya çalışmış olabilir. Hayır… biz çoktan az çok onun elinde olabiliriz.”

”—beni öldürmeye çalışmak ister misin?”

Birinin bana bir zaman bunu söylediğini hatırlıyordum.

Esasında, bu sözleri birden çok defa duymuştum. O kişi ifadesini bitmeksizin tekrarlamıştı. O sözler kafamda bir lanet gibi takılı kalmıştı.

Bununla beraber, ceset ardına ceset gözümün önüne serilmişti.

Maria’ya itiraf edilmişti, itiraf eden kişinin onun uğruna kendisini feda ettiğini izlemek zorunda kaldı, ve yine aynı kişi tarafından düşman edilmişti.

Bunların hepsi bölük pörçük anılarımdan bulabildiğim alakalı bilgilerin tümüydü. Benim fark etmediğim daha küçük tuzaklar da olabilirdi.

Kendisine hiçbir zararı olmaksızın sürekli güvenli bölgeden saldırmak. Planları beklediği gibi ilerlemese bile,

bu saldırıyı sınır olmaksızın tekrarlayabilirdi.

“Eylemlerimizin bu kişi tarafından bir noktaya kadar kontrol edildiğini varsayarsak—”

Yutkundum.

“—o, şu an bulunduğumuz durumda olmayı da planladı.”

Haruaki sessiz kaldı. Suratı şemsiyesinden dolayı gözükmüyordu, o yüzden yüzünü göremiyordum.

Sessizlik devam etti. Yağmurun sesi garip bir gürültüye sahipti. Hafif bir ses duydum. İlk başta, ne olduğunu anlamamıştım, ama iyice dinleyince, bunun bastırılmış bir gülme sesi olduğunu fark ettim.

Haruaki onun suratını görebilmem için şemsiyesini yana hareket ettirdi.

Bana baktı ve zevkle güldü.

“Tamam, ehm, Hoşi. Bu şakanın, ya da daha doğrusu, bu muhteşem hipotezin amacı ne? Öncelikle, bu kesinlikle imkansız. Başkalarını kontrol etmek o kadar kolay değil, öyle değil mi? Tabi, komik bir hikaye, ama dürüst olmak gerekirse o kadar ciddi gözüküyorsun ki gülmeli miyim emin değilim… Yok, onu boşver; yani, gülmeye çoktan başladım.”

“Ah, biraz fazla mı karmaşık konuştum?”

“...Karmaşık mı? Her neyse, o herifin amacının ne olduğunu bile anlamıyorum. Ama her ne ise, daha az dolambaçlı bir yaklaşım olmalı.”

Haruaki hala neşeli bir sesle konuşuyordu.

“Evet. Ben de onun amacını bilmiyorum. O yüzden sana sorayım dedim.”

“Bana sormak mı…?”

Bunu söylediğimde, geri dönüşü olmayan bir şekilde kendimi adamış olacaktım.

“Haruaki—”

Ama içimdeki geri çekilme isteğini uzun zaman önce kaybetmiştim.


“—Bizi neden böyle köşeye sıkıştırdın?”


Cevap vermedi.

Tekrar yüzünü şemsiyesiyle saklıyordu.

Hiçbir şey söylemedi. Muhtemelen bana bir şey söylemeye niyeti yoktu.

“Nasıl olduğunu tam hatırlamıyorum, ama okul başladıktan hemen sonra arkadaş olduk. Ve senin sayende, ayrıca Kokone ve Daiya’yla da arkadaş oldum. Sen olmasaydın okul hayatım muhtemelen biraz daha sıkıcı olurdu. Bu iyi şeylerin hepsi senin sayende oldu.”

Eğer öyleyse, onun için konuşmam gerekecekti.

“Biz tam bir senedir bile arkadaş değiliz, ama—”

“Öyleyse, benim böyle bir şey yapıp yapamayacağıma karar veremiyor musun?”

Başımı iki yana salladım, ama Haruaki beni muhtemelen göremiyordu.

“Senin hakkında bilmediğim çok şey var. Ama kesin bildiğim tek bir şey var. Bu kadarını emin olarak söyleyebilirim.”

İlan ettim.

Haruaki Usui bizi asla bu şekilde köşeye sıkıştırmazdı.

Sonunda onun yüzünü görebildim.

Haruaki bana sonuna kadar açık olan gözlerle baktı.

“Öyleyse—”

Sonunda sadede geldim.


“Öyleyse—sen kimsin?”


“Aa? Kaçamak cevap vermeye calışıyorsun! İçime kurt düştü! Tam isabet deme sakın?! Lanet olsun, kıskandım! Kasumi gerçekten güzelleşti, değil mi!”

Haruaki o sırada benimle sadece uğraşıyordu.

Ama göze çarpan bir şey vardı.

Reddeden Sınıf’ın mecbur ettiği bir kural vardı. Başka insanlar Mogi'nin hiçbir farklılığını fark etmez—’Aya Otonaşi’ onun yerine geçtiğinde bile. Öyleyse nasıl? Nasıl olabilir?

—nasıl Kasumi’nin güzel olduğunu söyleyebilirdi ki?

Bu kuşkunun tek sebebi değildi.

Haruaki ‘reddedilmişti’.


Ben bile onu unutmuştum. Ama ben her nasılsa onu tekrar hatırlayabilmeyi başardım.

‘Onu değerli bir arkadaşım olduğu için hatırladım.’ Bunu bu şekilde düşünmüştüm, Ama ‘reddedilen’ başka kimseyi hatırlayamazken, onu neden hatırladım ki?


Bu sadece bir varsayım, ama sanırım onu tamamen unutmamamın sebebi, Haruaki ile birlikte birisinin daha dahil olmasıydı.

Her iki tartışma da hiçbir şeyin kanıtı olarak sayılmıyordu. Oldukca kusurlu olduklarını fark ettim.

Ama bunun artık bir önemi yoktu.

Çünkü hatırlamıştım.

Çünkü hatırlamamın mümkün olmadığı bir şey hatırlamıştım.


”Bir dileğin var mı?”


“Bu herhangi bir dileği gerçekleştiren bir kutu.”


Herhangi birinin kimliğine bürünebilecek, ama aynı zamanda, kimseninkiye benzemeyen birinin sözleri.

“Bana ne yapmaya çalıştığını söyle!”

Ve ardından onun ismini söyledim.

Şimdiye kadar unuttuğum, bu kutuyu üleştiren varlığın ismini söyledim.

Onun adı—

“—O”

Ve onun ismini söylediğim an—


“Huhu…”

—Haruaki'nin suratında kendisine dair hiçbir iz kalmadı.

suratının şeklinin değişmesi gibi bir şey değildi. Haruaki sadece yüzündeki gülümsemede yer almıyordu artık; o, Haruaki kostümü giymiş bir sahteydi.

Sonunda, bizim peşimizden koşan tehdit şekil aldı.

—O.

“İnanılmaz, biliyor musun, ismimi bu kutunun şimdiki sahibi dışında kimse bilmemeliydi? Bu çok tuhaf.”

“Sözlerin çok dikkatsizdi.”

“Dikkatsiz mi?”

O kıkırdadı. Gerçekten eğlenmişe benziyordu.

“Ben hiç de dikkatsiz değildim; Başından beri de dikkatli olmama gerek yoktu. Sen anormalsin çünkü o ipuçlarıyla beni fark ettin!”

“Öyle mi diyorsun?”

“O zaman söyle bana, birinin biraz garip davrandığını fark ettiğinde, hemen birinin onun yerine geçtiği kuşkusuna kapılıyor musun?”

Onun haklı olduğunu kabul etmeliydim. Biri ne kadar kuşkulu davraırsa davransın, birinin onun kişiliğini ele geçirdiğini düşünmek tamamen mantıksızdı.

“Ve buna rağmen, beni keşfettin. Bunun anlamı beni, böyle bir vakanın olası bir sebebi olsa da, kimse benim varlığımı hatırlayamamalı.”

“Eğer bu doğruysa, ben seni nasıl hatırladım?”

“Kim bilir? Gerçekten çok gizemli, ama belki Aya Otonaşi’nin varlığı seni etkiledi? Etkilese bile, sırf birisi sana bir şey öğretti diye beni fark edememen gerekirdi.”

O hoş ve açık bir şekilde konuşuyordu. Ama şu anda, konuştukları bundan daha az umrumda olamazdı

“...Aa, benim niyetimi mi anlamak istedin? Tamam! Saklayacak bir şey yok. Ben—sadece seni yakından

gözlemlemek istedim.

Onun bunu dediğini duyarken, hissetmeye başladım.

Aa—tekrar.

Onunla ilk defa tanıştığımda aynı hissettiğim garip, rahatsız edici histi. Tekrar hissettim.

Neydi bu? Bu his neydi ya?

“...Anlamıyorum! Bu neden sana Mogi'yi köşeye sıkıştırma isteği veriyor ki?”

“Sahibi niye mi köşeye sıkıştırdım? Dediğim gibi, seni gözlemlemek istedim. Yani, biraz daha açık konuşayım,” O, zevkle söylemeye başladı. “Başka birinin kutusuna nasıl tepki vereceğini görmek istedim. Kasumi Mogi’nin geçmişi değiştirme hakkında olan kusurlu dileği gerçekleştirildiğinde, ilk başta düşünmeden sevinmiştim. Mutluydum çünkü senin bir kutuya dahil oluşunu uzun bir süre gözlemleyebildim... Ama bunun ideal olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Seni mümkün olduğu kadar farklı durumlarda gözlemlemeyi tercih ederdim, ama bunu sizlerin Reddeden Sınıf diye hitap ettiğiniz kutunun içinde yapamam. Herkes, sen de dahil olmak üzere, her seferinde aynı şekilde davranıyor. Kasumi Mogi ve Aya Otonaşi anılarına ne kadar istikrar kazandırsalar da, önemli olan kişi—bu da sen oluyorsun—anılarını muhafaza edemiyorsa hiç bir ilginçliği kalmıyor.”

Hissettiğim rahatsızlığa tepki olarak ellerimle bedenimi sardım.

“O yüzden, sizlere müdahale etmeye karar verdim. Haruaki Usui’yu ele geçirdim çünkü merkezi konumu üçünüzü kolaylıkla etkileyebilmeme izin verdi. Yani, Haruaki Usui, Aya Otonaşi ve Kasumi Mogi’yi kullanarak kendime güzel bir köşe inşa ettim, ve senin de anılarını muhafaza edebilmeni sağladım. Bunun sayesinde seni güzel güzel gözlemleyebildim!”

“Öyleyse, Mogi'nin beni öldürtmeye çalışmanın sebebi…?”


“Evet, sevdiğin kız tarafından ölümcül bir saldırıya nasıl tepki vereceğini görmek istedim.”

Sırf o sebepten dolayı, Mogi sürekli acı çekmeye zorlandı.

“Ah, tabi ki de o yüzden de onu sevmene sebep oldum.”

“Nas—”

Hislerimle mi oynamıştı—?

“Ah? Fark ettiğinden emindim. Ah, anladım. Demek fark etmek istemedin. He… Böyle anlarda sana yakın olmaya değiyor. Doğruyu söylemek gerekirse, seni gözlemlemek için bu kutunun içinde olmam gerekmiyor. Ama o zaman da böyle anları muhtemelen kaçırırdım. Kutunun dışından izlemek çok can sıkıcı; neredeyse uzayın derinliklerinden son derece etkili bir teleskopun merceğinden bakmak gibi bir şey. Ne istersen görebilirsin, ama odaklı kalmak zor, denilebilir. O sebepten dolayı, seni Haruaki Usui olarak yakından izleyebilmem gerçekten çok şanslı bir durum!”

Sonunda bu rahatsız edici hissi anladım.

Doğru. Bu—dehşetti.

Şimdiye kadar hiç dehşet hissetmemiş değildim, ama bu dehşet asıl halinden o kadar farklıydı ki ilk başta tanıyamamıştım.

“Peki o zaman, Kazuki Hoşino. Ne yapacaksın?”

Cümle kuramadım.

Bu berbat dehşetin farkına vardığımdan dolayı, ağzımı bile açamadım.

“‘Benim’ Haruaki Usui içinde olduğumu kanıtladığında her şeyin çözüleceğini mi düşündün? Ben şu an tamamen insan gibiyim, ve ayrıca katil de olduğum için, beni polise teslim edip bugünlük yeter diyebilirsin. Ama öyle değil, değil mi? Senin amacın sıradan hayatını tekrar kazanmak, öyle değil mi? Benimle konuşmak hiçbir şeyi çözmez!”

O tehlikeliydi. Karşılaştığım herhangi başka bir şeyden daha tehlikeli.

“O sebepten dolayı da zahmet edip Haruaki Usui’ye dönüştüğümü gizlemedim. Evet, kutu artık benim sahipliğimde çünkü onu sahibinden çaldım. Sana şu anda gösterebilirdim, ama öyle bir şey yapmaya gerek yok. Sırf beni hatırladığın için sana vermem gerekmiyor ya. Bunu bana zorla yaptıracak güce de sahip değilsin.”

O benimle ilgileniyordu. Ama sadece kobay fare olarak. Başka bişey değil. Ve doğal olarak bana bu şekilde davranan biri ile nasıl baş edeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.

O yüzden—

“—Yani, inkâr edemeyecek kadar haklısın.”

—onunla bu şekilde konuşan kişinin ben olmadığı açıktı.

“Kazuki tek başına o güce sahip değil.”

O bana baktı, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.

Çantamdan geliyordu.

Bir kamyonun klaksonu gürültülü bir şekilde yankılandı. Gürleyen motoruyla, kocaman bir kamyon bize doğru hızla ilerledi. O kamyonun geldiği tarafa doğru baktı ve hafifçe yüzünü astı. Bize doğru gelen kamyon bana son derece tanıdık gelmişti.

Ve sürücü koltuğunda oturan kişi de… Maria’ydı.

“Seni özledim O!”

Bu ses çantamdan yankılandı. Bütün konuşmamız boyunca açık tuttuğum cep telefonundan geliyordu. Kamyon bize doğru uçarak geliyordu ama biz geri çekilmedik. El freninin devreye girmesinin sesini duydum, ama yağmur frenlerin düzgün çalışmasına izin vermiyordu. Kamyon yaklaşıyordu, ama O milim hareket etmedi. Onun geri çekilmediğini görünce, bende aynısını yaptım, ama içgüdüsel olarak gözlerimi kapattım.

Gözlerimi açtım. Kamyon tam anlamıyla gözlerimin önünde durmuştu.

Bununla ne başaracaktı?” O bu soruyu sürücü koltuğunda oturan kişiye yöneltirken hafifce gülümsedi.

“Sadece küçük bir hoşgeldin. Kasumi’nin yerine ezilmemen ne kadar da talihli bir durum, değil mi?”

Bu sesi iki yönden duydum, bir önümden bir de çantamdan. Kamyondan indikten sonra, Maria sonunda Bluetooth kulaklığını çıkarttı ve konuşmamızı sonlandırdı.

O, Maria’ya dik dik bakıyordu. Maria önümüzde şemsiyesiz bir şekilde duruyordu.

“Demek bütün konuşmamızı dinledin? Başka bir deyişle, bu gülünç strateji baştan beri sadece dikkatimi dağıtmak için miydi? Yazık—Kazuki'nin başarısızlıktan dolayı hevesinin kırıldığını görmeyi çok isterdim.”

“Bu stratejiyi önerdiğin zaman ciddiye almıştım. Ama anlaşılan o ki, Kazuki senin gerçek halini biliyordu ve beni haberdar etmedi.”

Niyetim öyle değildi ama. Sadece ona bu keşfi yaptığımı ne zaman söyleyeceğimi bilmiyordum.

Ama, Haruaki’nin işbirliğini garanti altına alıp onunla özel bir konuşma yapabileceğimden emin olmuştum.

“Ama nihayetinde doğru seçenek oydu. Eğer Kazuki’nin yanında olsaydım, belki de aptal numarası yapmaya devam ederdin.”

“Kamyonu sırf uzaktaymış gibi gözükmek için mi çaldın? Yani, çabalarını takdir ediyorum, ama sen bulunsaydın neden aptal numarası yapayım ki? Kutu olabilirsin, ama bu bana karşı bir şey yapabileceğin anlamına gelmiyor.”

“Ah, demek fark etmedin? Anlaşılan bütün çabalarım tamamen boşunaydı! Peki o zaman, sana sorayım: Benim Kusurlu Mutluluğumun farkındasın, değil mi?”

“Evet, biliyorum. Ve bana karşı sana yardımı dokunmayacağını da biliyorum.”

Maria O’ya güldü.

“Ha, sen gerçekten insanları asla anlayamayacaksın. Belki de şu şekilde söylersem anlarsın: ‘Seni silmek için

hazırlandım’.”

O onun sözlerine alaycı bir gülümseme ile tepki verdi.

“Senin tek yapabildiğin şey başkalarını kendi kutuna tıkıştırmak, değil mi? Öyleyse onu nasıl yapabilirsin ki?”

“Anlaşılan Kazuki’yle neden kafamı bozduğumu hala bilmiyorsun.”


Maria birden benim ismimi söyledi. O bana baktı. Bakışları nazik olmasına rağmen, beni korkutuyorlardı. O, domuz etine bakıp nasıl pişireceğini düşünen birinin gözleriydi.

“......Anladım.”

O gülümsedi.

“Demek sonunda anladın. Kazuki’nin kutuları kullanma konusunda bir yeteneği var. Benim Kusurlu Mutluluk’un üstesinden bile gelebilir. Ve o elbette günlük hayatının devam etmesini diler. Günlük hayatını tehdit eden varlıklardan kurtulmak. Kutular gibi. Senin gibi.

Maria bunu ilan ederken O’ya sert sert baktı.

O, Maria’nın sözlerinden etkilenmemişti. Ne şaşırmıştı ne de hayrete düşmüştü. O sadece hüzünle gözlerini yere çevirdi.

“Anladım. Demek hiç değişmedin,” dedi O.

27,755 tekrardan geçtikten sonra insanüstü olan kıza.

Ama senin gibi güçsüz bir kutu da onunla beraber kaybolmaz mı?

Maria ürkmedi bile.

Bunun farkındayım.

“Tahmin etmiştim.”

Ama O hala hüzünlü gözüküyordu. Kendisinin de silinebileceği ihtimali hakkında hiç kaygılanmışa benzemiyordu.

“Hala kendi uğruna yaşayamıyor musun? Sadece başkaların uğruna mı hareket edebiliyorsun? Böyle sefil gibi yaşadığın için sana kalbimin derinliklerinden acıyorum!”

“Senin acımanın canı cehenneme.”

“İlk başta senin bu olağandışı özelliğine merakım vardı, ama değersiz. Şahsi arzuları olmayan bir insan robotla

aynı. Gidip süpürge gözlemlemekle aynı. Sen olabilecek en sıkıcı varlıksın!”

Maria onun konuşmasını duyduktan sonra dişlerini sinirden sıktı. Öyle olsun. Rakip olarak algılamak yerine, düşmanı ona acıyordu.

“Tamam. Silinmek istemiyorum, öyleyse anlaşma yapalım. Ben sana kutuyu vereceğim. Karşılığında, beni özgür

bırakmanı istiyorum. Ne diyorsun?”

“...Hımf, silinmek üzere olan senin için fazla iyi koşul değil mi onlar?”

“Senin saçma tehdidine yanıt vermeye zahmet ettiğime şükretmelisin. Kazuki'nin senin kutunu gerçekten kullanacağının hiçbir garantisi yok. Eğer senin kutunu gerçekten kullanırsa, benim kaybolma ihtimalimin ne kadar düşük olduğunu tahmin etmeye uğraşmak bile istemiyorum. Bu gereksiz uzlaştırıcı jesti yapmamın sebebi sadece Kazuki'nin beni bulabilmesine olan saygımdan, anlıyor musun?”

“Uzlaştırıcı mı? Bize vereceğin şey Kazuki’yi içinde tuttuğun eski bir kafes. Sen istediğin kadar yeni kafes hazırlayabilirsin, yapamaz mısın? Bu kafesten zaten sıkılmaya başlamıştın, ve çok geçmeden yenisiyle değiştirecektin, değil mi?”

“Bunu senin hayal gücüne bırakıyorum.”

“Hımf… Kazuki, sen bu anlaşmayı kabul ediyor musun?”

Maria benim onayımı sordu. Başımı salladım. Reddeden Sınıf hakkında bir şey yapabildiğimiz sürece ben iyiydim.

“Kazuki Hoşino. Sana bir tavsiye verebilir miyim?” sordu O. “Sen değişikliği dilemeyen birisisin. Ama sahiplerin çoğu kutu elde eder etmez bunu dilerler. Bir şey elde etmek isteyebilirler, bir şey olmak isteyebilirler, bir şeyden kurtulmak isteyebilirler—hepsi böyle arzuları gerçekleştirmeye çalışır. Sonuç olarak, sen de otomatikman kendini bunlarla çekişmede bulacaksın.”

Onun kelimelerinin arkasındaki niyeti anlamakta başarısız olduğum için somurttum.

“Kazuki Hoşino. Kendini anormal olarak düşünüyor musun?” Diye sordu bana.

“...Ben normalim.”

Cevabıma karşılık gülümsedi.

“Anladım. Ama korkarım ki değilsin! Fakat, anormal olmaktan hoşlanmıyorsan bile endişelenmeye gerek yok. Uzun süre öyle kalamazsın. Zamanla, senin gibi insanlar ya toplum tarafından reddediliyor ya da topluma uyup anormalliklerini kaybediyor. Merak etme! Sen kesinlikle ikinci kategoriye giriyorsun.” Bunların hepsini yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden söyledi.

“Ve işte bu yüzden—sen gerçekten de talihsizsin,” dedi hazla. “Demek istediğim şey boşlukların var olduğunu öğrendin. Başına gelen her aksilikte bir kutuya sahip olmayı dileyeceksin. Onları unutmak için ne kadar çırpınsan da, kutular gerçekten de var. Dilekleri yerine getiren kutular gerçekten de var. Bu boşluğun varlığını asla unutamayacaksın. Ve zamanla, bu bilgiyle yeterince kadar zaman geçirdiğinde, kutuya ihtiyaç duyacağın vakit kesinlikle gelecektir!”

O hala gülümsüyordu.

Aah, anladım—

Kutuyu geri vermiştim. Ama öyle yapmak nafileydi. Daha o zamandan beri O’nun lanetine yakalanmıştım.

“Kutuya ihtiyaç duyduğun zamanda, belki de çoktan anormalliğini kaybetmiş olacaksın. Eğer öyleyse, kutunun üstesinden gelemezsin artık. Bu sana olan ilgimi biraz azaltır. O yüzden, bundan böyle sen ve etrafındakilerle müdahale etmeye devam edeceğim—senin kutuya olan ilgini yükseltmek için.”

Lanetlenmemek için ne yapmalıydım?

—Muhtemelen onu engellemenin hiçbir yolu yoktu.

Ben—hayır, biz O’ya rastladığımız andan itibaren kaybetmiştik.

“Doğal olarak, anormalliğini kaybetsen bile sana bir kutu vereceğim. Bana hava hoş—bana sesini dinlememe izin verdiğin sürece.”

“...Sesim mi?”

“Evet, siz insanların yarattığı herhangi bir ses renginden hoşlanıyorum, ama çok sevdiğim bir ses var. Eğer

mümkünse, o sesi dinlememe izin vermeni isterim. ...Hım? Hangi ses mi o, diye soruyorsun? Benim zevkim tamamen sıradan, o yüzden zaten bildiğini düşünüyorum. O—”

Gülümsedi ve şunu dedi,


“—Hayal kırıklığının sesi.”


Bu kelimelerle Haruaki Usui’ye benzeyen O kayboldu.

O’nun durduğu yerde küçük bir kutu yere düştü. Ona doğru uzandığımda, yayılmaya başladı.

Hemen ardından, etrafımızdaki bütün sahne katlanmaya başladı. Bu dünyanın duvarlarını görebiliyordum. Beyaz duvar kağıdı ufalanıp toza dönüşmeye başladı. Cildime yapışan tatlılık kayboldu, arkasından sadece hafif bir rahatsızlık bırakarak. İçkulaklarım çıldırmaya başladı ve etrafımdaki her şey dönmeye başladı. Yok olmanın sesi. Birinin yok olmasının sesi. Burası ümitsizlikle doluydu. İnkar edilemez ümitsizlik.

Sahte arka plan silinmişti ve biz karanlık bir odanın içinde duruyorduk. Beni kesin sadece yarım günde hasta edecek küçücük bir oda.

Burası muhtemelen—kutunun içiydi.

Ve bu hapis gibi odada, o çömelmişti. Başını dizlerine ve kollarını bacaklarının etrafına dolayarak.

Bu benim sevdiğim kızdı.

“.......Mogi...san.”

Sözlerimi duyunca, yüzünü yavaşca kaldırdı.

“Ah—”

Şimdiye kadar gözleri neredeyse ölü gibi gözüküyordu, ama içlerinde hafif bir ışık alevlendi.

“İnanamıyorum! Her şeyin benim için bu kadar iyi gidebilmesinin imkanı yok!”

Yanaklarından yaşlar aktı.

İlk başta kafam çok karışmıştı, ama nedenini hızla anladım.

“—Beni gerçekten kurtarmaya geldin.”

Anladım.

O sonunda tekrar ağlayabiliyordu.

“Mogi, özür dilerim. Ama ben Reddeden Sınıfı yok etmeyi planlıyorum.”

“...Evet.”

Mogi ağlarken başını salladı.”

“Kazada ölmene izin vermeyi planlıyorum.”

“.......Evet.”

Göz yaşlarını sildi.

“Kutuyu yok edebilirsin. Hayatıma da son verebilirsin. Ama lütfen bir saniye bekle. Sana söylemek istediğim bir şey var.”

Mogi çantasında bir şey aramaya başladı. Çıkarttı ve arkasında sakladı.

Maria Mogi'nin davranışlarına kaşlarını çattı.

“Mogi… yapma yine…”

Mogi Maria’yı duymamazlıktan geldi ve ellerini arkasında saklayarak bana yaklaştı.

“...Bekle, Mogi! Lütfen dur art—”

“Öyle değil Maria,” onu tembihledim. Mogi'nin ne sakladığını göremiyordum. Ama ne olduğunu zaten biliyordum.

Maria sözlerime şüpheci bir ifadeyle tepki verdi ve Mogi'nin arkasına adım attı. Elindeki nesneyi tanıdığında, hayret içinde alaycı bir şekilde gülümsedi.

“Kazu, değişmeyen duyguların var olduğunu düşünüyor musun?” sordu Mogi.

Beklemeksizin ne demem gerektiğini biliyordum, ama onun için hoş bir cevap olmayacaktı.

O yüzden, bunu söylemekte biraz zorluk çekiyordum.

Sanırım Reddeden Sınıf’ı yaşamasaydım cevabım farklı olurdu. Ama yaşadım. Sonsuzluğa benzeyen dünyayı yaşamıştım. O yüzden düşündüğümü düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Değişmeyen duygular—

“—Var olduğunu düşünmüyorum.”

Mogi sabırla cevabımı dinledi.

Ardından gülümsedi.

“Evet, bende katılıyorum.”

Düşünmeden onun gözlerinin içine baktım. Bu tepkiyi çoktan öngörmüştü anlaşılan, o yüzden hala gülümsüyordu ve devam etti.

“Sana olan hislerim hiç de aynı kalmadı. Benim için değerli olmaktan çıktın. Senden hoşlanmamaya başladım, senden nefret ettim, seni ayakbağı olarak düşündüm. Seni bir defasında neredeyse öldürüyordum da. Ama biliyor musun? Bunun anlamı bunca zaman boyunca sana güvenmem. Çünkü senin beni kurtaracağına hep inandım. Hep, hep… Seni görmezden gelemezdim. Bunun en kötü ve en bencil duygu olduğunu biliyorum. Ama biliyor musun? Elimde değildi. Bencil olduğumu bilmeme rağmen. Bu duyguya ne denildiğini biliyorum. Değişmeyen duygulara inanmasan bile, lütfen buna inan. Reddeden Sınıf içerisinde geçirdiğimiz zaman boyunca—”

Mogi bana çekingen bir şekilde sarıldı.

Ve bana sakladığı nesneyi verdi.

Dudakları kulağımın yanında titredi.

“—seni sevdim, Kazu.”

Dudakları benimkilere yaklaştı. Tam dokunmak üzereyken, durdu. Bu pozisyonda bir süre durduktan sonra, dudaklarıma hiç dokunmadan huzurlu bir şekilde geri çekildi.

Ona neredeyse neden durduğunu sordum, ama bana bir şey verdiği için tekrar düşündüm.

“Ah—”

Elimde olan şey onun bir şey yapamamasının sebebiydi.


Anladım ve dudağımı ısırdım.

Bana vermesini beklediğim şey değildi.

Bu bir Umaibō’ydu.

Buraya kadar iyidi, ama bu benim en sevdiğim tat, Mısır Çorbası, değildi. Teriyaki Burger tadındaydı. O kadar da sevmediğim tat. Dahası—

—Mogi'nin bana aslında vermesi gereken tattı.

Mogi neden bana o kadar çekingen bir şekilde sarılmıştı? Beni neden öpmemişti?

Bu bana sayısız defa itiraf eden, beni çoktan öpmüş olan ve Reddeden Sınıf’ı yaşayan Kasumi Mogi’nin itirafı değildi.

Bu Reddeden Sınıf’tan önce var olan,ve bana sadece ‘Hoşino’ diyebilen Kasumi Mogi’nin itirafıydı.

2 Mart’ı tekrar yapmak istiyorum.


O günki en büyük pişmanlığı.

Az önce düzeltmişti.

Öyleyse—gerçek 2 Mart’mış gibi mi cevap vermem gerekiyordu…?

Mogi'ye baktım.

Mogi nazikce gülümsüyordu. Nasıl cevap vereceğimi bilmesine rağmen, nazik bir gülümsemeyle bekliyordu.

“Bu—”

Bu fazla acımasızdı!

Öyle bir şey demek istemiyordum.

Yani, Mogi'yi sevmiştim. Bu duygular O tarafından kontrol edilmiş olsa bile, duyguların kendileri sahte değillerdi.


Neden onu incitecek kelimeleri söylemekten başka çarem yoktu ki?

Aah, tabi.

Ben bu kutuyu ‘reddettim.’ Mogi'nin dileğini reddettim. Onun bir kazada ölmesine izin verecektim. Ona nazik kelimeler demeye hakkım yoktu.


Ağzımı açtım.

Yine de, söylemesi oldukça zordu. Tereddüt ettim, ağzımı defalarca açıp kapattım, ve ağzımdaki tuzlu sıvı tadından ürktüm.

Ama ona diyebileceğim başka sözler gelmedi aklıma.


“Lütfen yarına kadar bekle.”


Mogi gözlerini yere doğru hüzünlü bir şekilde çevirdi.

O, sözlerimden kesinlikle incinmişti. Ama buna rağmen, yüz ifadesi tekrar aniden değişti. Ve bana,

“Teşekkür ederim.”

—dedi, yüzünde gülümsemeyle.

Kalbinin derinliklerinden gelen bir gülümsemeyle.


Aah—


O gülümseme sonunda bana uzun zaman öncesinden bir konuşmayı hatırlamama izin verdi.

Beni ona aşık eden konuşma.

Bu fani aşkın tetiği olan konuşma.

Değerli bir anı.


Hoşino. Senden bana Kasumi demeni rica edebilir miyim…?”

“He? N-Neden, birdenbire?”

“Sana ani gelebilir, ama bunca zamandır bana böyle hitap etmeni istedim, biliyor musun?”

“An...ladım.”

“Öyleyse… olur mu?”

“T-Tamam...”

“A-Ayrıca, ehm—sana Kazu diyebilir miyim?”

“Ehmm… evet, bana hava hoş.”

“T-Tamam, öyleyse dene bakalım.”

“.......Kasumi.”

“...Lütfen bir daha de.”

“Kasumi.”

“...Teşekkür ederim.”

“Nas…! N-Neden ağlıyorsun…?!”

“Hım? Ağlıyor muyum?”

“A-Ağlıyorsun…!”

“O zaman… çok mutlu olduğumdan dolayı, Kazu.”

Ve ardından Kasumi güldü, gözlerinden yaşlar akarken bile.

Öyle bir gülümsemeyi daha önce hiç görmemiştim.

Saf mutlulukla dolu olan bir gülümsemeydi.

İlk defa birini o kadar mutlu edebilmiştim. Çok acayip bir histi, o yüzden bende son derece mutlu hissetmiştim.

Birini mutlu etmek mutluluğun ta kendisidir.

Kendimin bu yanını keşfedilmeme çok sevinmiştim, ve bana bu hissi öğreten kız benim için özel bir varlık oldu.

Belki cahildim.

Ama şüphesiz, o gülümseme beni değiştirebilmişti.


Ama bu anıyı silecektim.


Bu yeni keşfettiğim duyguyu silecektim.

Bunun fazla acımasız olduğunu düşündüm. Tam son anda öyle bir engele rastlamaya hiç gerek olmadığını düşünüyordum. Böyle bir şeyi kendi ellerimle bana yok ettirmenin çok merhametsizce olduğunu düşünüyordum.

Ama buna rağmen, çoktan karar vermiştim.

Ben zaten çok uzun zaman önce vermiştim.

Yani, bu kahır bile Reddeden Sınıf tarafından silinip gidecek, öyle değil mi?

“Maria, bir rica kabul eder misin?”

Tereddüt edersem birinin beni biraz iteklemesini istiyordum.

“Söyle.”

“Şimdi ne yapacağımı biliyor olmalısın.”

“Evet, çünkü seni dünyadaki herkesten çok gözlemledim.”

“Ben şimdi ne yapacağım? Bana sadece bunu söylemeni istiyorum.”

Maria ciddi bir ifadeyle başını salladı. Şüphesiz, bunu neden sorduğumun sebebini biliyordu.

“Onu ezeceksin!”

Ama Maria sözünü sakınmazdı.

“Başkanın sakar dileğini kendi dileğin uğruna ezeceksin! Hiçbir koşul altında terk etmeyeceğin şey bu Kazuki.”

Evet. Haklı olduğuma inanıyordum.

“O yüzden, sen—kutuyu yok edeceksin.”

Maria’nın sözlerine başımı salladım.

Göz yaşlarımı silmek için sol kolumun tümünü kullandım.

“Haklısın.”

Duvarın önünde durdum.

Etrafımızdaki gri duvar inceydi, sanki kağıttan yapılmıştı. Bu kutunun artık hiç gücü kalmamıştı. Sadece anılarımı içeriyordu ve bir süre daha kaybolmamalarını sağlıyordu.

Dönüp Kasumi’nin yüz ifadesini görmek istedim.

Ama bunu yapmamam gerekiyormuş gibi hissettim.

Sağ elimi havaya kaldırdım.

Kutuyu, Kasumi’nin dileğini ve kendi anılarımı yok etmek için.

“Teşekkür ederim. Demek sonunda beni kurtaran gerçekten de sendin, Kazu.”

Lütfen dur!

Bana teşekkür etmen için hiçbir sebebin yok. Ben sadece bir yok ediciydim. Ben sadece hatalı dileğini eziyordum.

Özür dilerim.

Seni kurtaramadığım için lütfen beni affet.

Sesini duymamazlıktan geldim.

Ama, teşekkür ederim.

Nihayetinde gülümsediğin için, sonunda kendime inanabilirim.

“UAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAH!”

Avazım çıktığı kadar bağırdım ve duvarı mümkün olduğunca güçlü bir şekilde paramparça ettim.

Gürültüyle birlikte, duvar cam gibi kolaylıkla kırıldı.

Kendimi ve Kasumi’yi saçılmış parçaların birinde gördüm. Birbirimize mutlu mutlu gülümsüyorduk.

O parça yere düştü, parçalandı, ve ufalanıp toza dönüştü.

Dışarıdan beyaz bir ışık parlamaya başladı. Duvar ufalandıkca, karanlık ışık tarafından aşındı. Biz hariç her şeyin üstü boyandı.

Parlaktı; hiçbir şey göremiyordum.

Ama bu çok acımasızca... Kasumi buradaydı. Asıl Kasumi açıkça buradaydı


Kasumi yerde uzanıyordu, kolları ve bacakları çarpık. Kanla lekeliydi. O kadar acılı gözüküyordu ki gözlerimi ayırmak istedim.

Ama Kasumi gülümsüyordu. O bütün gücüyle benim için gülümsüyordu.

Ağzı açıldı.

“Elveda.”


Ve ardından beyaz ışıkla sarılıp kaybolduk.

Beyaz ışık vücuduma girdi. Işık boşluklar arayıp şiddetli bir şekilde aşarak içimi, kanımı, kalbimi ve beynimi beyaza boyadı. Beyaz ışık anılarıma bile girip beyaza boyadı.

İster sahte ama değerli anılarım olsun, yaşadığım hisler, ya da az önce ettiğimiz sözler olsun—

Her şey silinip beyaz oldu.

Her şey silinip beyaz oldu.

Her şey silinip beyaz oldu—



  1. Görsel Roman’lara gönderme yapıyor burada. Görsel Roman için daha fazla bilgi: http://www.animemangatr.com/forum/visual-novel-tartismalari/1367-visual-novel-gorsel-roman-nedir/



1. Defa[edit]

“Adım Aya Otonaşi. Tanıştığımıza memnum oldum,” dedi transfer öğrencisi, yüzünde hafif bir gülümseme ile.

Şaşırtıcı görünüşünden affallamış, kızlar birbirleriyle sesli bir şekilde konuşmaktan, erkekler ise söyleyecek laftan yoksundu.

Tabi ben de bir istisna değildim. Asla onun kadar güzel birisini daha önceden gördüğümü sanmıyordum. İstesem de gözlerimi ondan ayıramazdım. Gözlerimiz buluştu. Anında onun gözlerinden büyülenmiştim. Transfer öğrencisi sanki tepkime alışıkmış gibi davrandı ve bana hafifçe gülümsedi.

Neredeyse başımı döndürmüştü.

Ona âşık olmam belki de imkânsızdı. Aramızdaki fark çok fazlaydı. Sanki farklı dünyalarda yaşıyormuşuz. Bu kulağa biraz kötü gelebilir, ama onu gördükten sonra sanırım herhangi birisi benimle hemfikir olurdu.

“Bir beyanda bulunmak istiyorum,” dedi Aya Otonaşi, yüzündeki kusursuz gülümsemeyi kaybetmeden.

“Lütfen—Aya Otonaşi ile—benimle arkadaş olmayın.”

Sınıf bir anda sessizliğe büründü.

Bu beyanı, tek başına gürültücü sınıfımızı sessiz yapmak için yeterliydi, adeta sihir gibiydi.

“Lütfen, söylediklerime alınmayın. Mümkün olsa, herkes ile arkadaş olmayı çok isterdim. Fakat, bu mümkün değil. Çünkü—,” dedi katı, ama bir yandan hüzünlü bir ses tonuyla, “—Aya Otonaşi’nin varlığı bir yanılsama olmak zorunda.”

Ne dediğine dair en ufak fikrimin olmamasına rağmen yutkundum.

“Biz kötü bir eşleşmeyiz zaten. Tesadüfen sadece bir iki defa karşılaşıp bir daha asla karşılaşmayacak insanlar gibiyiz. Çünkü ben ‘transfer öğrencisiyim,’ kimseyi tanımıyorum, ve kimse beni tanımıyor—ve ben sürekli olarak bu mevkiye geri döneceğim. Bu alakasız mevkiyi uzun bir zaman boyunca dayanıp sürdürmem gerekecek. Öyleyse beni bir hayalet olarak hitap etmek uygundur sanırım. Ama hayalet olarak bile kendi duygularım var. Mevkim yüzünden bende üzgün hissediyorum, ama kabul etmekten başka çarem yok. Çünkü kendimi yanılsama olarak kabul edemediğim an—daha fazla dayanamadığım an—bu sahte tekrarlar arasında ben de kaybolacağım.”

Hala hiç anlamamıştım. Tek anlayabildiğim şey onun çok ciddi olduğu ve kimsenin onun dedikleriyle alay edemediğiydi.

“Yanılsama olmak için, bu kutu içerisinde gerçek ismimi terk ettim. Korkuyorum ki eğer gerçek ismimi kullanırsam, kendime yük olacağım. Ve eğer bu tekrarlar arasında kaybolursam, hepiniz muhtemelen silinirsiniz.”

Sağlam bir ses tonuyla devam etti.

“Bu nedenle, ben—Aya Otonaşi adı altında bir yanılsama olarak kalmak zorundayım.”

Anladım. Ne demek istediğini anlamamıştım, ama o henüz ‘Aya Otonaşi’ olmamıştı.

O ‘Aya Otonaşi’ olacaktı.

Muhtemelen olmak istemiyordu. Dilediği şey bu değildi.

Ama yine de, ‘Aya Otonaşi’ olmaktan başka bir çaresi yok.

“Ama ben güçlü değilim,” dedi pişmanlıkla. “Sanırım şikayet etmek isteyeceğim zamanlar olacaktır. Fakat her şey başlayınca, zayıf nokta gösterdiğim an ‘Aya Otonaşi’ olmaktan çıkarım. Bu son şansım olduğu için, şu an için kendime biraz zayıflık göstermeye izin vereceğim. Ben—”

Tesadüftü.

Evet, herhalde sırf tesadüftü, ama şüphesiz—

—o bana doğru bakıyordu şunu söylerken:

“Ben—yanımda olacak birini istiyorum.”

Ve ardından bana gülümsedi.

“Pekala, kendimi tekrar tanıtmama izin verin lütfen,” dedi, kendi kandırmaya çalışırmış gibi.

Adım ‘Aya Otonaşi.’ Önümüzdeki uzun yolda ilerlerken umarım aramız iyi olur.”

Aya Otonaşi çok içten bir şekilde başını eğdi.

Nasıl tepki vermesi gerektiğinden emin olmayınca, hepimiz sessiz kaldık.

Sessizliği bozmak için, alkışlamaya başladım.

Alkışlarım duyulabilen tek sesti.

Sonunda biri bana katıldı. Başka biri daha alkışlamaya başladı. Alkışlama sesleri yükselmeye devam etti.

Bütün sınıf arkadaşlarımız alkışlamaya başlayınca, sonunda başını tekrar kaldırdı.

Ama artık gülümsemiyordu.

Ellerini sıkmış, gözlerinde parıldayan yakıcı bir irade ile dümdüz ileri bakıyordu.




Kapanış[edit]

HakoMari -TR- Kapanış.jpg

Hava muhteşemdi, ve gökyüzü masmaviydi.

Kalkar kalkmaz, bugünün tarihini telefonumda doğruladım. ‘7 Mart.’ Bugün ‘7 Mart’tı.’ Ayrıca hem gazeteden hem de televizyondan bugünün gerçekten de ‘7 Mart’ olduğunu doğrulamıştım. Tabi mantıksız davrandığımın farkındaydım, ama Reddeden Sınıf içerisinde hapsolduğumdan beri, bu adetleri yerine getirmezsem kendimi çok huzursuz hissediyordum.

Reddeden Sınıf içerisindeki olayların anılarını hatırlıyordum. Fakat, o anıları hatırlayabilme kabiliyetim kusurluydu - hiç görmediğim veya ziyaret etmediğim bir yerin resimlerine bakıyormuşum gibiydi. Kutu, Maria, O—ne olduklarını biliyordum. Ama onlarla ilgili duygular artık yoktu. Ne kızgınlık, ne de üzgünlük—hiçbir şey yoktu. Öyleyse birine âşık olsaydım bile, şimdiye kadar muhtemelen unutmuş olurdum. Belki bu anılar daha baştan zayıf olduğu için yavaş yavaş unutacaktım.

Maria dahil.

Yani, daha baştan beri karşılaşmamamız gerekiyordu, ve bir daha tanışmayacağımızdan emindim.

Her neyse, bugün ‘7 Mart’tı,’ açılış törenin olduğu gün.

Ben ikinci sene öğrencisi olmuştum.

Sınıfım artık 3. değil, 4. kattaydı. Farklı bir katta, ve daha batıda olduğum için manzara düzelmemişti. Ama yine de, Sınıf 2-3’e girerken hissettiğim hava apayrıydı. O kadar heyecanlıydım ki elimi göğüsüme koydum.

Öğretmen masası üzerindeki oturma şemasına baktıktan sonra, yeni yerimde oturdum. Sınıf arkadaşlarıma ‘Güzel geçinelim’ ile selam verince, hepsinin cevapları oldukca canlıydı. Evet, keyifim yerindeydi.

Sınıfa başka bir kişi girdi.

Beni gördü ve elini kaldırdı.

“Heyo, Hoşi! Demek yine aynı sınıftayız!”

Ağzından çıkan sözcükler çok genel olmasına rağmen, odadaki diğer onbeş kişinin dikkatleri bizim üzerimizdeydi. Evet, Haruaki her zamanki gibi gürültücüydü.

“...Haruaki.”

“Hm, ne oldu?”

Ona şüpheyle baktım.

“Sen gerçek Haruaki misin?”

“...neden, sahteye mi benziyorum? Acaba kendi ikizim olduğumu mu düşündün? O acayip ünlü mangadan[1] etkilenip her liseli beysbol atıcısının ikiz olduğunu mu düşünüyorsun şimdi?!”

“...hayır.”

Her nedense, onun dediği tek bir şeye bile güvenebileceğimden şüphe duydum…

“Ah doğru, Hoşi! Hazır aklıma gelmişken—”

“Günaydın Haru ve Kazu!”

Yeni bir ses Haruaki’nin lafını böldü.

Kokone sınıf kapısının önünde duruyordu. Daiya da onun yanındaydı.

Ah, ikisi şefkat ile birbirlerine bugün de mi okula gelirken eşlik ettiler acaba? Bundan bahsedersem, Daiya beni bütün gün psikolojik tacize mâruz bırakacaktı, o yüzden hiçbir şey demedim.

“Bir kız tarafından selam almak, kalbim bir anlığına hızlandı—ama of ya, sırf sen miydin Kiri? Heyecanıma yazık oldu.”

“Hey Haru… O tepki de neyin nesi öyle? Sen kim olduğunu sanıyorsun?”

“Ehm, yani, benimle aynı sınıfta olmak için peşimden koşacak kadar takıntılı olmanı istemiyorum sadece.”

“Hee… benimle o kadar kafayı bozdun ki, utancını böyle ifadelerle gizlemeye mi çalışıyorsun? Ayy~~, gerçekten çocuk gibisin, Haru, öyle değil mi~? Aa, doğru. Artık cep telefonunu benim tatlı sesimle doldurmaktan vazgeçer misin?”

“Öyle bir şeyi kim yapar ki!?”

“‘Efendi Haruu~’... Hadi ama! Şimdi Haru süper tatlı ses koleksiyonuna yeni bir veri eklemek için fırsatın var! Sana bir tane daha fırsat vereyim mi? İstersen, bu sefer ‘Hoşgeldiiin~’ de ekleyebilirim?!”

Bu muhabbet de neyin nesi ya… Lütfen, durun artık, çok utandırıcıydı.

“Haa… hey Kazu, acaba maytap var mı üzerinde? Şu an Kiri’nin ağzına bir kaç tane sokup yakmayı çok isterim doğrusu.”

“Peki ya sen, Daiya? Sırf Haru’ya Moe Moe[2] sesimi sunduğum için kıskandın mı? Merak etme! Eğer eğilip ayaklarımı öpersen, sana ‘Abiii’ derim, öyle şeyler hoşuna gider ne de olsa. Ne kadar da iyi kalpliyim, öyle değil mi?!”

“‘Doğduğum için özür dilerim’e ne dersin?”

...yeni sınıf içerisinde hiçbir şey değişmemişti.

Ama dilediğim şey de buydu.

Maria ve Mogi olmadan biraz yalnız hissediyordum, ama bu günlük hayat Reddeden Sınıf’a karşı gelmemin sebebiydi.

“...neden kendi kendine sırıtıyorsun öyle? İğrençsin Kazu!”

Daiya bana seslendi.

“Aa, harbiden. Kazu sırıtıyor. Oldukça kudurmuş olmalı. Eminim yanında bir kız oturduğunu, etrafta sakarca düşüp durduğunu hayal ediyordur—”

“Etmiyorum.”

Anında reddedişim Kokone’nin dudaklarının buruşmasına sebep oldu.

“Ama orada kim oturuyor ki? Biliyor musun? Tatlı bir kız mı?” Haruaki utanmadan sözkonusu yerde otururken bana bu soruyu sordu. Oturma şemasına baktığımda etrafımda oturanların isimlerine baktığım için, kimin yeri olduğunu biliyordum.

“Evet. Tatlı bir kız!”

“Harbiden mi?! Kim?!”

Yeri olduğu için mutluydum. Yeri olduğu için, orada oturma ihtimali de vardı.

Geri geldiği zaman yeri artık benim yanım olmayacaktı, ama bana hava hoştu.

Yüzümde bir gülümseme ile, yanımda oturan kızın ismini ilan ettim:

Mogi!”



O gün yağmurun hiç durmayacağını düşünmüştüm.

Daiya bana Mogi'nin geçirdiği kazayı söyledikten sonra doğru hastaneye gittim, ve okuldan bir gün izin aldım. Hastanesi şehirdışında olduğu için taksiyle gitmek zorunda kalmıştım. Sakin bir hayata verdiğim önemi göz önünde bulundurunca, bu benim için olağanüstü bir davranıştı.

Ama yapmak zorundaydım. Reddeden Sınıf’a karşı savaştığım için, sonucu da bilmem gerekiyordu.

Hastaneye kimse benden önce varmamıştı, ailesi bile. Sevgilisi olarak karıştırıldıktan sonra, Mogi ameliyat geçirirken ailesi ile birlikte bekledim.

Ameliyat başarılıydı… gibi göründü. Ama Mogi'nin bilinci o gün geri gelmemişti.

Yoğun bakım ünitesine girişim yasaklandığı için, onu nihayet iki gün sonradan görebildim. O zamana kadar koğuşa[3] taşınılmıştı.

Mogi yatağında uzanıyordu, oldukça acınası bir haldeydi. Elektrokardiyagram ve suni solunum aletlerinden gelen sesler kulak zarlarımı titretiyordu. Ayakları ve kolları oldukları yere sabitlenmişti, yüzü morluklar içerisindeydi, ve serum kollarının birini morartmıştı.

Hastanede bildiğim birinin yalnız ve yaralı vücudunu görmek beni neredeyse gözyaşlarına boğumuştu. Ama ağlamak isteyenin bir tek ben olmadığımı biliyordum. Onun önünde ağlamaya hakkım yoktu. Gözyaşlarımı tutup onun yüzüne baktım.

Mogi beni gördüğünde biraz şaşırmışa benziyordu. Ama tam emin değildim, çünkü yüzündeki kasları hareket ettirmemişti.

Ailesi bana bilincinin yerine geldiğini, ama şoktan dolayı henüz tek bir kelime bile söylemediğini söylemişti.

Ama Mogi ağzını açıp bütün gücüyle bana bir şey söylemeye çalıştı. Kendini zorlamamasını söyledim, ama beni aldırmadı ve yine de konuşmaya çalıştı.

“—Çok mutluyum. Hayatta kaldım.”

Onu pek iyi anlayamıyordum, ama öyle dedi gibi gelmişti bana.

Mogi bunu söyledikten sonra gözyaşlarına boğulmuştu. Ne yapacağıma dair en ufak fikrim yoktu, o yüzden gözlerimle etrafa bakındım. Yatağın yanında kirli çantası duruyordu, ve içerisinde de gümüş renginde bir şey gördüm. Ne olduğunu biliyordum, ve içgüdüsel olarak gümüş renk ile kaplı nesneyi çıkarttım. Teriyaki Burger tadında bir Umaibō’ydu, parçalara bölünmüştü ve artık yeni değildi. Düşünmeden dokunmaya devam ettikçe, birden daha fazla dayanamayıp gözyaşlarına boğuldum.

O anda niye ağlamaya başladığımı bilmiyordum. Diğer dünyada onun bana Umaibō verdiğini hatırlıyordum, ama neden öyle bir şey yaptığını hatırlayamıyordum.

Ama gözyaşlarım gerçekti.

Onun koğuştaki hastane odasına o defadan sonra birkaç defa daha ziyaret ettim. Mogi konuştuğumuzda elinden geldiği kadar neşeli davranmaya çalıştı.

“Baygınken, uzun bir rüya gördüm,” dedi Mogi bana bir defasında. Anlaşılan her şeyin bir rüya olduğuna inanıyordu.

Birden aklımdan bir düşünce geçti. Mogi o dünyada kamyon tarafından ezilme kaderinden kaçamamıştı. Ve devamlı hayatta kalışı da değişmemişti. Defalarca ezilmiş olmasına rağmen, Reddeden Sınıf’ı tek parça halinde tutan şey bu olabilirdi.

Hayatta kalmasına rağmen, belden aşağı felç kalmıştı. Arkasına aldığı bir darbe omurgasına hasar vermişti, o yüzden tam bir iyileşmenin ihtimali ümitsiz değil, tamamıyla imkansızdı.

Nasıl yanıt verebileceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu, o yüzden sessiz kaldım. Huzursuz edici sessizliği bozmak için Mogi şunu dedi:

“Her zaman böyle bir durumda, ölsem daha iyi olacağını düşünmüştüm. Nedenini anlıyorsun, değil mi Hoşino-? Artık iki ayağımın üzerinde yürüyemeyeceğim, ve bakkaldan küçük bir tatlı almak kadar basit bir eylem bile benim için dertsiz bir karar olmayacak. Bunu ancak başka birisinden destek alarak veya tekerlikli sandalyemi kullanarak yapabilirim. Sırf bir tatlı almak için ne zorluklar! Bu çok acımasız değil mi? Ama biraz da tuhaf. İntiharı hiç düşünmüyorum. Acaba neden? Sanırım, gerçekten, kalbimin derinliklerinden—”

—hayatta kaldığıma sevindim.

Mogi bunu blöf yaptığının, veya yalan söylediğinin en ufak bir belirtisi olmadan söyledi.

“O yüzden ben iyiyim. Okulu da bırakmayacağım. Ne kadar zaman alırsa alsın, iyileşeceğim. Artık belki sizinle aynı okulda okumam, ama pes etmeyeceğim.”

Gülümsedi ve ince pazılarını sıktı benim için.

Kabul etmesi biraz utandırıcı, ama o anda onun gözlerinin önünde gözyaşlarına boğuldum. Sevinmiştim. Onun en önemli dileğinin gerçekleştiğine sevinmiştim.

—senin için yapabileceğim bir şey var mı?

Bu soruyu ona bütün samimiyetimle sordum, çünkü ona elimden geldiğince yardım etmek istedim.

Mogi, “Teklif ettiğin için çok mutlu oldum” ile başlayıp çekinerek devam etti,

“Benim dönebileceğim bir yer ayırmanı istiyorum. Benim için bir daha var olabileceğim bir yer yapmanı istiyorum.”

—Tekrar mı? Senin için hiç yer yapmış mıydım?

“......o uzun rüyamın içerisinde yaptın.”

Bu yanıttan sonra, Mogi her nedense bakışlarını kaçırdı.



Spor salonunda yer alan açılış törenindeydim.

Müdürün tören konuşması sırasında Haruaki oflayıp poflarken aklıma bir şey geldi.

“Bu arada, Haruaki, bana bu sabah bir şey söylemek üzere değil miydin?”

“Hm? ...aa, doğru! Doğru ya! Yeni öğrenciler arasında acayip tatlı bir kız olduğu söyleniyor!”

Haruaki omuzlarıma vurdu ve bana gözünü kırptı.

“Öyleyse umurumda değil. Onun üst sınıfı olarak onunla konuşmak için hiçbir sebebim olmayacak zaten.”

“Sen aptal mısın?! Tatlı bir kızı izlemek bile tek başına mutluluktur!”

Sıradan erkeklerin böyle düşündüğüne inanmak istemiyordum.

“Ama ne zaman bu söylentiyi duydun ki? Yeni birinci sınıf öğrencilerini ilk defa bugün göreceğiz, öyle değil mi?”

“Mucizeler hiç sona erer mi! Bu Daiyan’dan gelen bilgi!”

“Daiya’nın mı?”

Haruaki’ye pek inanamadım. Daiya’nın kızlar hakkında öyle konuştuğunu hiç duymamıştım.

“Bana inanmıyorsun, değil mi? Ama Daiyan’ın bilmesinin bir sebebi var! Giriş sınavının tamamında sadece iki hata yaptığını biliyorsun, değil mi?”

“Evet. Hep okulun rekorunu kırdığı için böbürleniyor.”

“O rekor sadece bir seneden sonra kırıldı!” Haruaki dedi keyifle. Umutsuz vakaydı… ama eğlencesinin sebebini anlıyordum.

“Ehmm? Daiya’nın bu tatlı kızı bilmesi ile ne alakası var?”

“Gerçekten çok ağırsın Hoşi. Diyorum ki bu tatlı kız Daiya’nın rekorunu her konuda tam puan alarak geçti. Daiyan daha önceki rekor sahibi olduğu için, bir hoca ona söylemiş. Ayrıca öğretmen demiş ki, o kız o kadar güzeldi ki, bir yetişkin olarak bile onun etrafında telaşlı hissetmişti.”

Bu sırf abartıydı. Herhangi bir lise öğrencisinden çok daha fazla hayat tecrübesine sahipken neden telaşlı hissetsin ki?

Biz konuşurken müdürün törensel hitabı bitmişti.

Başkan mikrofonunu açtı.

“Çok teşekkürler sayın müdür. ...birinci sınıf temsilcisinin konuşmasıyla devam edelim—”

“Sonunda—herkesin bahsettiği şu fıstığı görme fırsatı!”

Anladım. En iyi öğrenci olduğu için, konuşma vermek için seçilen birinci sınıf öğrencisi oydu.

Ben bile ilgilenmeye başlamıştım, o yüzden etrafa bakındım.

“Birinci sınıfların temsilcisi—Maria Otonaşi.”

Maria—Otonaşi?

Bana son derece tanıdık gelen bir isimdi. ...hayır, hayır. Olamazdı. Maria, Aya Otonaşi diye hitap ediliyordu ne de olsa.

“Evet.”

Ama bu ses kesinlikle onundu. Maria’nın sesiydi bu.

Aa, anladım. Sonunda anlamıştım.

‘Eğer unuttuysan, şimdi hatırla. İsmim Maria.’

Hah. Demek o zaman gerçeği söylüyordu.

...ha? O zaman bunca zamandır Maria’ya ilk ismiyle mi hitap ediyordum…? OHA! OHAAAAAA!

“...neden kıpkırmızı oldun Hoşi?”

Kürsüye herkesten daha görkemli bir şekilde çıktı. Buradaki herkesten daha çok yaşamış olup, aşırı bir mevcudiyete sahipti.

Göründüğü an herkes mırıldanmaya başlamıştı.

Çok iyi bildiğim bir yüz. Benim yanımda en uzun zamandır bulunan yüz.

Yepyeni bir üniforma giyinmişti.

Evet, bu tamamen yanlıştı—onun benden küçük olacağı hiç aklıma gelmemişti.

Kürsüde dururken, Maria gözlerini gezdirdi. Gözleri benimkilerle buluştu. Ve gezinen gözleri her nedense durdu.

Ardından gülümsedi.

Vücudum anında ve tamamen donakalmıştı.

Maria benden gözlerini ayırmadan konuşmasına başladı. En gürültülü öğrenciler bile onun etkileyici sesini duyduktan sonra susmaya başladı.

“O buraya doğru bakmıyor mu? Ha siktir, belki bana âşık olmuştur?”

Haruaki espriler yapıyordu, ama Maria’nın bakışına o kadar dalmıştım ki cevap bile veremiyordum.

Sadece Maria’ya bakıyordum.

Maria sadece bana bakıyordu.

“—ve böylece, birinci sınıf konuşmamı sonlandırıyorum. Bu, birinci sınıf öğrencilerin temsilcisi, Maria Otonaşi’ydi.”

Maria kürsüden indi.

Ve tam da bunu yaptığı an, öğrenciler tekrar gürültü çıkarmaya başlamıştı. Hayır, sırf öğrenciler değildi— öğretmenlerin bile elleri ayaklarına dolaşmıştı.

Ama ben, şüphesiz, oda içerisindeki en şaşkın insandım.

Çünkü Maria asıl yerine dönmedi, onun yerine bana doğru ilerledi.

Öğrenciler otomatikman yolundan çekildiler, Maria’nın yaydığı otoriteden çekinmişlerdi. Maria bundan faydalanarak doğrudan bana ilerledi.

Aramızda dümdüz bir yol oluşturuyordu.

Aa, of ya. Hala diğer dünyadan kalan huylarından kurtulmamış mıydı? Orada tereddüt etmeden hareket etmekte sıkıntı olmayabilirdi, ama gerçek dünyada işler öyle yürümüyordu, değil mi?

Günlük hayatımın yok olmak üzere olduğunu fark etmiştim bile.

“Haha—”

Ama buna rağmen, güldüm.

Gerçekten can sıkıcıydı.

Gerçekten can sıkıcıydı, ama hayır… her nasılsa o kadar da can sıkıcı gelmiyordu.

Son olarak, önümdeki öğrenciler de kenara çekilmişti. Haruaki de yanımdan çekilmişti. Maria ile etrafımızda kimse yoktu, sanki bir fırtınanın merkezindeydik.

O geniş, açık alanda, tam önümde duruyordu.

Asla tekrar görüşeceğimizi düşünmemiştim.

Ama daha iyi düşününce, bana katılmamasının imkanı yoktu.

Ne de olsa, onun amacı bir kutu elde etmekti. Bana, O’nun hedef aldığı kişiye, yaklaşmaktan başka çaresi yoktu.

Maria gülümsedi, ve konuşmaya başladı.

“Ne kadar zaman geçerse geçsin yanında olacağım—bir zamanlar sana bu şekilde savaş ilan etmiştim, ama anlaşılan savaşımız henüz bitmemiş.”

Konuşmasını yaptıktan sonra, kendini bir defa daha tanıttı.

“Adım ‘Maria Otonaşi.’ Tanıştığımıza memnum oldum.”

Birinci sınıf öğrencisi çok içten bir şekilde başını eğdi, aynen uzun zaman önce yaptığı gibi.

Buna yanıt olarak, ben de alkışladım, aynen uzun zaman önce yaptığım gibi.

Bir kaç saniyeliğine, spor salonundaki tek ses benim alkışlarımdı.

Ardından Haruaki durumu hiç anlamadan alkışlamaya başladı. Onun alkışlarından etkilenerek, başka biri alkışlamaya başladı. Az önce olan biteni bir tek Maria ve benim bilmeme rağmen, alkışlama sesleri yükselmeye devam etti.

Muhteşem alkışlar arasında, Maria başını kaldırdı.

Ama artık gülümsemiyordu.

Ellerini sıkmış, gözlerinde parıldayan yakıcı bir irade ile önümde duruyordu.


  1. Muhtemelen Mitsuru Adachi’nin Touch (Dokunuş) adlı mangasına bir gönderme. https://en.wikipedia.org/wiki/Touch_(manga)
  2. Japon anime ve mangalarında güzel şirin saf karakterleri betimlemek için kullanılan bir tabirdir.
  3. Hastahane, tutukevi vb. kalabalık yerlerde, içinde birçok kimsenin yattığı veya barındığı büyük oda




Yazarın Notları[edit]

Merhaba, adım Eiji Mikage.

En son çalışmam yayınlandığından beri neredeyse üç sene oldu. Eğer yeni kitabımı sabırsızlıkla bekleyen okuyucularım varsa, onlardan af dilerim. Ve ayrıca, beni unutmadığınız için teşekkür ederim.

Durma noktasına geldiğim bir zaman vardı, ama yazmaktan vazgeçmiş değildim. Üç sene boyunca kitap yayınlamamamın sebebi kendi gücümdeki eksiklikten kaynaklanıyor sadece. Bu kitabı eğlence değerine daha fazla odaklanarak yazdım. Kitap yazmak hakkındaki duruşum da değişti.

Ama bu değişiklik hakkında endişelenmekten kendimi tutamadım. Yazılarımın kalitesi kaybolmayacak mıydı? Sadık okuyucularım ihanete uğramış olmayacak mıydı? Bu kitap diğer muhteşem kitaplar altında gömülü mü kalacaktı?

‘Utsuro no Hako to Zero no Maria’ yazarken bu—her an savaştığım endişe ve korkuydu.

Ama ne olduğunu anlamadan, endişe ve korku kaybolmuştu.

Çünkü bu kitabın benim kitabımdan başka bir şey olmadığını fark ettim.

‘Bunu okumayı dene’ diyebileceğim bir kitap olduğuna inanıyorum: hem önceki çalışmalarımı beğenen okuyucalara, hem de beni beğenmeyen, veya daha önce hiç bilmeyen okuyuculara da.

Nasıldı? Şimdi okuduktan sonra, eğlendiniz mi?

Eğer cevap ‘EVET’ ise, benim için bundan daha büyük bir mutluluk yok.

Bu arada, bu benim 4. kitabım ve roman çizimleri olan ilk kitabım.

Dürüst olmak gerekirse, ilk başta okuyucularımın fikrinin çizimler yüzünden değişeceğinden endişeliydim, ama kaba taslağı aldıktan sonra, fikrimi değiştirdim.

Bu karakterlerimin artık sırf bana ait olmaması hissiydi.

Bu karakterlerimin kendi kontrolümün dışına çıkmalarının hissiydi.

Bu sefer, karakterlerin nasıl çizildiğini ancak kitabın sonlarına doğru görebildim, o yüzden etkileri baya azdı, ama gelecek çalışmalarımda bu “karakterlerimin bağımsızlığını” bırakacağım.

Sonucun nasıl olacağını öğrenmeye hevesliyim.

Ayrıca, bu kitabı yazarken birçok insandan destek aldım. Açık olmak gerekirse, minnettarlığımın boyutu bu defa çok farklı, çünkü bir kitap yayınlanmadan önce ne kadar çok taraf olduğunun farkına vardım.

O yüzden, teşekkür etme kısmı uzun olacak. Affınızı rica ederim.

ASCII Media Arts.’ın editör takımındaki herkese. Tasarımcı. Hepinize teşekkür ederim.

Benim için çizimleri yapan 415. İlk başta çizim olması konusunda endişeliydim, ama 415'in çizimlerini gördükten sonra, endişem kayboldu. O zamandan beri günlerim değişti—yüzümde bir gülümseme ile çizimlerine bakarken tüm gün boyunca zihnimde türlü türlü hayaller geçiyor.

Kendimi geliştirmeme yardım eden arkadaşlarım, ve part-time işimdeki iş arkadaşlarımın hepsi.

Bu kitabı çıkartmakta çabalarken beni kollayan, ailem.

Yuu Fujiwara. Taslaklarım ardarda reddedildiğinde çürümek üzereyken beni yüreklendirdiğin için sana çok minnettarım.

Ve tabi ki benden sorumlu olan Kawamoto. Sen olmasaydın, bu kitap asla var olmazdı. Beni terk etmediğine hayret ettim, eskiden nasıl davrandığımı şimdi düşününce—şaka değil. Birçok yönde büyümeme yardım ettin, ve sadece edebi dünyada da değil. Gerçekten minnettarım. İleride de sana saygılar.

Ve ardından tabi ki bu kitabı ellerine alan bütün okuyucularıma da teşekkür etmek isterim.

Kitaplar onları okuyan okuyucular sayesinde vardır. Hepiniz bu kitabın bir parçasısınız… ki bunu söylemek biraz ayıp olabilir, ama her neyse, siz gerekli unsurlarsınız.

Herkese minnettarlığımı biraz orijinallik ile ilettiğimi umut ediyorum.

Umarım bundan böyle birlikte uzun bir zaman geçiririz.

Ah, ve bu kadar sıkıcı bir sonsöz yazdığım için özür dilerim!

-Eiji Mikage

Yorumlar

Eiji Mikage

Saitama’da yaşarım. Ayakkabı büyüklüğüm 24.5cm. Bu boyda erkek ayakkabası bulmak zor. Diğer gün arkadaşlarımla bowling’e gittiğimde, sadece benim kiralık ayakkabılarımın üzerinde Hello Kitty vardı. Lanet olsun.


415

Tokyo Büyük Şehir bölgesinin bir kenarında elimde bir uçlu kalem ile sakin sakin yaşarım. Odam her zaman mangalar ve dokümanlar ile dağınık, o yüzden bu sene amacım odamı bir aydan fazla tertemiz tutmak olacak.








Geri Dön - Ana Sayfa (Main Page) Devam Et - 2. Cilt